Mete kendisini çağıran sesle
sarsılarak uyandı. Rüyasında kendisini yine uçarken görmüştü. Sımsıcak bir
güneşin altında, masmavi bir denizin üstünde, içinde hiçbir kaygı
barındırmadan, hiçbir şey umurunda olmadan uçarken. “Haydi, kalk artık” diye
tekrar seslendi Ali. “Hadi be oğlum. Laf işittireceksin bize yine” Ali haklı
olmasına haklıydı ama yatağın yarattığı mıknatıs etkisinden kurtulmak kolay
değildi. Dışarıdaki rüzgârın uğultusu kulaklarına geldikçe Mete yataktan çıkma
fikrinden vazgeçiyordu. Oysa Ali çoktan hazırlanmış ve ardına kadar açılmış –ki
hiçbir zaman doğru dürüst kapanmazdı- kapının önünde durmuş, başı kıstığı
omuzlarının arasında, kolları göğsünün üzerinde kavuşmuş bir halde dokunduğu
yeri bıçak gibi kesen soğuğu seyrediyordu. Mete’nin aksine Ali erkenden kalkar
yuva saydıkları bu köhne yerin yıkık duvarlarından dışarı bakıp yaşadıkları bu
hayatın anasına avradına içinden söver dururdu. Mete onun bu haline üzülse de
Ali’nin ona acınmasından hoşlanmadığını bildiği için uzaktan bakarak iç çekmekle
yetinirdi. Doğduğu günden beri Ali Mete’nin yanındaydı. Hatta Mete gözünü
açtığında ilk Ali’yi gördüm dese yeri vardı. Ali her zaman Mete’nin koruyucusu
olmuştu. Hatta yuvadan atıldığında bile Mete’yi bırakmamış oda yuvadan kaçmış
ve Mete’ye sahip çıkmıştı.
Mete buz gibi havayı ciğerlerine
dolduracak derin bir nefes alıp kalkacakken tekrar vazgeçti. “Dedim sana abi,
güneye gidecektik” deyince Ali arkasını bile dönmeden “Hayalle yaşayanındaaa,
yaşamayanında…” diye homurdandı. “Nasıl yapacaktık onu? Erdem’in verdiği çöpler
olmasa karnını doyurmaktan aciz iki ucubeyiz oğlum biz.” Bir kaç saniye
sustuktan sonra içini tam dökemediğinden olsa gerek devam etti. “Nereye gitmek
isterdin beyim? Antalya, Alanya? Ya da daha güneye Malta Adaları falan. Ha uyar
mı?” sakatlığı her aklına geldiğinde böyle öfkelenirdi. Aslında eskiden bu
kadar aldırmazdı ama ne zamanki yaşadıkları bölgede Erdem diye biri peydah
olmuş ve Ali’de sakatlığı yüzünden Erdem’le yaptığı dövüşü kaybedip onun emri
altına girmişti o günden beri Ali’ye daha çok koyuyordu sakat olmak. Erdem’in
boyunduruğu altında yaşamaktan, ondan emir almaktan nefret ediyordu. Evet,
sakattı Ali. Yıllar önce bir kolyeyi çalıp kaçarken arkasından ateş edilmiş ve
sol bacağından vurulmuştu. O gün bugün dizinden aşağısı -kan gitmediğinden olsa
gerek- incecik kalan bacağı havada asılı sallanır, sanki her an kopacakmış gibi
dururdu.
Mete’de sakattı. Nasıl olduğunu
kendinin bile hatırlayamadığı, tahminen bebekken olmuş (bir ihtimal bunun için
terkedilmişti) koltuk altında kendisi ile beraber büyüyen, çürümüş bir elmayı
andıran, Mete ne zaman unutsa canını yakarak ben buradayım diye kendini
hatırlatan kocaman bir yarası vardı. “Olsun be abi denerdik bir kere. Ölmüş
eşek kurttan korkar mı? Sanki ne kaybederdik” deyince Ali arkasını dönüp “Aşka
uçma yaralı kuşum kanatların yanar” dedi. “Ama abi aşka uçmayınca kanat ne işe
yarar” diye cevapladı Mete onu. “Bırak ulan zevzekliği” dedi Ali. “Birazdan
Erdem pisliği gelir. Hala işe çıkmadığımızı, onu bırak senin daha yataktan bile
çıkmadığını görürse olay çıkarır. Kalk hadi” Erdem’in adını her duyduğunda
vücudundaki tüm tüylerin kalktığını hissediyordu. Hayatındaki hiçbir şeyden bu
kadar korkmuyor, bu kadar nefret etmiyordu. Erdem, bulundukları bölgenin en
berbat yaratığıydı. Ne kadar pis iş varsa ondan sorulurdu. Onun dediği saatte
işe çıkılır, onun belirlediği saat gelmeden de geri dönülmezdi. Hatta neredeyse
o söylemeden emrinde çalışanlar nefes bile alamazdı. Erdem’in önceden
belirlediği bölgede hırsızlığa çıkarlar, akşamda ganimeti Erdem’in önüne
atarlardı. Erdem hâsılatı beğenmezse türlü hakaretler eder eğer canı kavga
etmek isterse Ali’nin sakatlığıyla alay ederdi. Bunu hazmedemeyen Ali’de ayakta
bile durmakta zorlandığı bacağına aldırmadan kazanma şansı hiç olmayan bir
kavgaya tutuşur ve kaybederdi. Bu kavgalar olurken Mete bir köşeye sığınıp
korkudan titrer ve Ali’nin canı çok fazla yanmasın diye dua ederdi. Ali’yi çok
seviyordu. Sıcacık yatağından bile çok. Kaç kere almıştı onu Erdem’in elinden.
Mete’nin yerine kaç kere dayak yemişti Ali. Mete onu üzeceğine ölmeyi yeğlerdi.
Erdem beni yatakta görmeden, bir tatsızlık çıkmadan kalkayım artık derken
cırtlak sesiyle beraber Erdem kapıda belirdi. “Hadisenize lan. İnsanların mesai
saati başlamadan metroda bekleyeceksiniz, daha uykuları açılmadan yolacaksınız
onları demedim mi ben size?” “Tamam, uzatma” dedi Ali. “Şimdi çıkar yolarız”
“Ne yoluyorsunuz oğlum. Bu saatten sonra siz anca kıçınızdaki tüyleri
yolarsınız. Ama seni kabahatin yok. Bütün kabahat bu tembel kırık kanatlı hanım
evladında.” diyerek Mete’nin üstüne yürüdü ve okkalı bir yumruk attı. Yataktan
yere yuvarlanan Mete ağzının kenarındaki kanı silerken gözleri yaşardı. Öfkesi
geçmeyen Erdem birde tekme savurdu. Kafasını duvara çarpan Mete gözlerinin
karardığını hissediyordu. “Çek pençelerini çocuğun üstünden leş kargası” diye
bağırarak çınlattı yuvanın içini Ali ve “geri dur yoksa pişman olursun” diye
ekledi. “ Eğer gaganı kapamazsan asıl sen pişman olursun pis topal” Erdem’in
siniri geçmemişti ve Mete ona çok hafif gelmişti. Mesajı alan Ali Erdem’in
üstüne yıldırım gibi atıldı ve boğuşmaya başladılar.
Bu sırada duvara yaslanmış yatan
Mete aldığı darbelerin etkisiyle hayaller görüyordu. Baharın hiç bitmediği
yemyeşil bir ülkede çiçekler içindeki bir ağaç dalından başka bir ağaç dalına
konuyordu. Hiçbir şey umurunda olmadan uçuyordu. Kanatlarını çırparken koltuk
altındaki yara hiç acımıyordu. Gökyüzünde dilediği gibi uçabiliyordu. Sımsıcak
bir güneşin altında, masmavi bir denizin üstünde deliler gibi uçuyordu. Derken
tekrar yuvanın içinde buldu kendini. Erdem yere yatırdığı Ali’nin üstüne çıkmış
boğazını kopartırcasına sıkıyordu. Nedense bu sefer Mete’ye Erdem hiç
durmayacak gibi geliyordu. Bir yandan bir şeyler yapmalıyım diye düşünürken bir
yandan da ölesiye korkuyordu. Hem zaten sakattı, hem zaten başı dönüyordu ve
Erdem ile Ali yuvanın öbür ucundaydılar. Bu haliyle oraya gitmesi imkânsızdı.
Yani kısaca elinden gelen bir şey yoktu. Titreyerek duvarın dibine büzüldü ve
Ali için dua etmeye başladı. Ama bu sefer dua etmek bir işe yaramıyordu.
Erdem’in durmaya hiç niyeti yok gibiydi. Birden Mete Ali’nin neredeyse kopacak
olan gırtlağından hırıltıyla karışık “Mete yetiş” sesiyle kendine geldi. Bu
sefer bir köşede sinip kalmayacaktı. Yürümeyi denedi. Ama baş dönmesi
geçmediğinden iki adım atamadan yere yuvarlandı. Bırak ayakta durmayı kafasını
sabit tutmayı bile beceremiyordu. Ah bir uçabilsem diye geçirdi içinden. Bir
uçabilsem. Çok değil iki kere kanat çırpsam yeter. Tepelerine biniveririm. Ama
o yara yok mu? Kanadını biraz fazlaca açsa kopacakmış gibi acıyordu. “Acırsa
acısın be” dedi Mete. “En fazla kopar. Aşka uçmazsan kanat ne işe yarar diye
hava atmayı biliyordun demin. Ali’ye yardım edemeyeceksem kopsun ulan bu
kanatlar” deyip ileri atıldı. Hayatında bu kadar canının yandığını hatırlamıyordu.
Demin yediği dayağın acısı üstüne bir de bu gelince Mete iyice kendinden
geçmişti. Ne yaptığını hiç bilmiyordu. Beyni belki acıdan, belki korkudan, kim
bilir belki de Ali’yi az önce o halde görmenin getirdiği şoktan vücudunun
kontrolünü kaybetmişti. Kontrolsüz kalan vücut uçarak Erdem’in sırtına konup
pençelerini Sonuna kadar batırmış, çelik gibi sert gagasıyla Erdem’in kafasını
gagalamaya başlamıştı. Erdem hiç beklemediği bu saldırı karşısında çaresizce
kurtulmaya çalışıyor, sırtından inmesi için Mete’ye yalvarıyordu. Ama Mete bunu
duyacak, duysa da umursayacak halde değildi. Birbiri ardına inen gaga darbeleri
yüzünden Erdem’in kafasından kanlar fışkırmaya başlamış bu bile Mete’yi
durduramamıştı. Kısa bir süre sonra Erdem yerde hareketsiz kalınca bile Mete
Erdem’i gagalamaya devam etti. En sonunda kendine gelen Ali toparlanarak
Mete’yi geri çekti “Tamam koçum artık bitti, bırak. Yavaş yavaş kendine gelen
Mete hıçkırarak “Abi ne yaptım ben?” diye sordu. “Görmüyor musun oğlum? Uçtun
işte.” “Onu demiyorum abi. Erdem?” “Ya boş ver onu. Çoktan hak etmişti
şerefsiz. Kanadın nasıl?” “ Acıyor abi çok acıyor ama umurumda değil.” Ali
“neden” Diye sorunca Mete “Özgürüm abi. Şimdiye kadar hiç olmadığım kadar
hemde” diye cevapladı. “Bir kuş kadar desene sen şuna” dedi Ali. Erdem’in
cesedi başında kahkahalarla gülmeye başladılar. Kırlangıç yuvasından gelen bu
cıvıldamalar aşağıdan geçen insanların dikkatini çekmişti. İçlerinden biri
“Bahar yaklaşınca kırlangıçlarında neşesi yerine geldi. Gerçi bunlar biraz aceleci
galiba. Biraz erken gelmişler sanki” diye söylendi. Adam ne bilsin onların
zaten hiç gitmediğini. Ama diğer yandan haklıydı. Bahar geliyordu. Mete
rüyalarında gördüğü o yere hiç gidemeyecek, rüyalarında gördüğü gibi hiç
uçamayacaktı ama bahar her yıl onun ayağına gelecekti. Erdem’in cesedini
terkedilmiş bir kırlangıç yuvasına götürüp yuvanın ağzını balçıkla kapadılar.
Bu iş artık bitmişti.
Mete artık sabahları erkenden
uyanıyordu. Gökyüzünde parıldayan güneşe bakıp derin bir nefes alıyor, kapının
ağzında dışarı bakan Ali’ye sesleniyordu. “Ali abi kış gelince güneye gider
miyiz?” Ali hayata sövme işini yarım bırakıp Mete’ye gülümseyerek cevap
veriyordu. “Siktir ulan tembel herif. Sen önce yataktan çık. Göç etmek geriden
gelsin”
0 Yorumlar
Yorumlarınız bizim için önemli...