Sevmiyor beni bu şehrin kadınları; farkındayım. Beni gördüler mi saklanıveriyorlar. Sadece kadınları mı? Söğüt dalları, asma yaprakları bile ben altlarından geçerken gölgelerine sığınmayayım diye içine kapanıyorlar. Hoş ben de onlara bayılmıyorum ya. Elimde olsa hepsinin kökünü kazırdım. Ama elimde değil işte. Işıkları bile sarmıyor be! Geceleyin sokak lambaları, gökyüzünde yıldızları, hepsi ölüm sarısı bir solgunlukta, buz gibi bakıp duruyor bana. Gece, ranzanın üst katına uzanmış tavandaki çatlakları seyrediyorum. En çok karpuz lam…
1993 yılının Şubat ayında, soğuk bir Cumartesi günü 15 yaşında bir çocuğun titreyen ellerinde açtım dünyaya gözlerimi. Nedense ondan öncesini hatırlamıyorum. Belli belirsiz birkaç insan, karton kutular, makine gürültüleri, mürekkep kokuları var aklımda ama tam net bir şey yok… İlk başta çocuğun beni koynunda saklaması hoşuma gitmişti. Hatta bunu beni soğuktan korumak için yaptığını düşünüp mutlu bile olmuştum. Meğerse saklanıyormuşuz. Ama neden ki? Saklanmayı gerektirecek ne yapmıştık acaba? Evin içine girer girmez kimseye göstermeden …
Yıl 2005, aylardan kasım. O sıralar henüz farkında değilim ama iki yıldır devam eden İstanbul maceramın son zamanları. Hani herkes gelirken “seni yeneceğim İstanbul” diye iddialı bir giriş yapar ya bense daha en başından “İlk fırsatta senden kurtulacağım” diye gelmişim. Hedefim küçük yani. Belki o yüzden sevemedim, sevmek istemedim. Hatta on dakikalık mesafede olmasına rağmen bir kez bile Büyükçekmece sahiline gitmedim. Bu yazının devamını HaberLotus web sitesinden okuyabilirsiniz…
Davulun sesi meydanı inletmeye başladığında vakit akşamüstüydü. Ufukta kaybolmaya yüz tutmuş güneşin kızıllığı, söğüt ağaçlarının yaprakları arasından evlerin kiremitlerine vuruyordu. Akşam kızıllığı ile buluşan kırmızı kiremitlerin rengi gittikçe bir kurşun yarasından sızan kana benziyor, sanki usulca damlardan toprağa akıyordu. Koca köyde, ritimsiz, ruhsuz, tekdüze bir davul sesinden başka hiçbir ses duyulmuyordu. Ne bir köpek havlaması, ne bir yaprak hışırtısı. Aynı şekilde köy meydanında toplananlar dışında ortalıkta dolaşan tek bir can…
Leto’nun Edirne’ye ilk gelişinin anısına Yer: Kadıköy’de bi yer Mekân: Tam olarak Leto’nun yatağı Tarih: 23.08.2008 Cumartesi Saat: 23.47 Eee malum gün geldi çattı. Adama iki hafta önceden gün verdik gidicez artık. Gidicez gitmesine de bu adam hırlı mıdır, hırsız mıdır hiç bilmiyoz. Allah muhafaza ya sapık falan çıkarsa? Her gün neler görüyoz haberlerde. Yok, ama ya. Gül gibi nişanlısı var. Benim gibi tipsize sulanacak değil ya. Ama belli mi olur abi? Can bu çeker, beşer bu şaşar. Yok, daha neler. Yat zıbar lan Leto. Kendin…
Emniyet binasının terasına çıkmış, bıçak gibi esen rüzgâra aldırmadan, soğuktan donmuş bir heykel gibi hareketsiz duruyordu. Buz tutmuş gözkapaklarını kırpmadan, gözlerini tek bir noktaya sabitlemiş, bomboş bakışlarla ufku seyrederken içinden geçen tek bir duygu vardı. Nefret… Uçsuz bucaksız buz tarlaları ufukta uzayıp giderken içinden geçenleri anlatan en iyi, hatta tek kelime buydu. Nefret… Ama sıradan, herhangi bir insanın hissedebileceği boyutlarda, basit, öylesine bir nefret değildi hissettiği… Yanına yaklaşmaya çalışanın bir duvar gib…
Sosyal Medya