Gölün Laneti



Davulun sesi meydanı inletmeye başladığında vakit akşamüstüydü. Ufukta kaybolmaya yüz tutmuş güneşin kızıllığı, söğüt ağaçlarının yaprakları arasından evlerin kiremitlerine vuruyordu. Akşam kızıllığı ile buluşan kırmızı kiremitlerin rengi gittikçe bir kurşun yarasından sızan kana benziyor, sanki usulca damlardan toprağa akıyordu. Koca köyde, ritimsiz, ruhsuz, tekdüze bir davul sesinden başka hiçbir ses duyulmuyordu. Ne bir köpek havlaması, ne bir yaprak hışırtısı. Aynı şekilde köy meydanında toplananlar dışında ortalıkta dolaşan tek

bir canlı da yoktu. Gidenler gitmiş, kalanlar susmuştu.  Meydanda bağdaş kurmuş, gözleri kapalı, sanki orada değillermiş gibi davulun sesini dinliyorlardı.  Yüzlerinde ne korku, ne cesaret, ne huzur, ne endişe; en küçük bir tepki yoktu ama karşı yamacın üzerinden onları seyreden adamın gözleri davula her vurulduğunda istemeden kapanıyordu. Adam anlamıyordu. Nedendi sanki bu inat? Bir köyü bu kadar sahiplenmeye değer kılan neydi? Bir kaç kilometre ötesi de toprak değil miydi sanki? Kendilerine verilene razı olsalar, bundan sonraki hayatları az ileride yeni kurulacak köye kursalar olmaz mıydı? Köylüler baraj inşaatını engellemek için yapabildikleri her şeyi yapmışlardı. Başkentte yürüyüş yapmışlar, iş makinelerine saldırmışlar, jandarmayla çatışmışlardı. Haliyle hiçbiri işe yaramamıştı. En son baraj su tutmaya başladıklarında inadını kırılanlar köyü terk etmişti ama dediğim dedik 40 tanesi kendini bir halka oluşturacak şekilde boyunlarından köy meydanına zincirlemişlerdi. Ne akıl? Hatta içlerinden biri hamileydi ve bugün yarın doğurmak üzereydi. Yetkililer bu blöfe pabuç bırakmamışlardı elbet, nasıl olsa vazgeçerler demişlerdi. 

Baraj su tutmaya devam ediyordu. Köyün alt kısımlarında kalan avlular, ağıllar çoktan sular altında kalmıştı bile. İnşaat sırasında olası bir hataya karşı önlem olarak, emaneten kurulan toprak sette yıkılmak üzereydi. Eper yıkılırsa, yükseğe kurulan evler daha bir kaç gün dirense bile bu gece bitmeden köylülerin kendilerini zincirledikleri meydan da tamamen sular altında kalacaktı. Ama bu olmadan çok önce, bu insanların hepsi boğularak öleceklerdi. Allah'ım... Acaba hangisi daha korkunç diye düşündü adam. Köyü için 40 kişinin ölüme atlaması mı, yoksa alt tarafı bir baraj için 40 kişinin ölüme atılması mı?

Birazdan göreceklerinin onu delirteceğini, hatta bir hafta sonra damağına dayadığı bir tabanca ile intihar edeceğini bilseydi, hemen arkasını dönüp giderdi ama o merakına ve vicdanına yenildi. Kaçıp gitmek yerine “benim suçum yok” diye sayıklayarak, ter ile dolmuş göz çukurlarına dürbününü yerleştirip, köy meydanına bakmaya devam etti.

Köylüler, gözle görünmeyen bir çemberin etrafına bağdaş kurmuşlardı. Ama nedense hepsi çemberin merkezine sırtlarını dönmüşlerdi. Boğazlarına geçirdikleri tasma benzeri geniş enli halka, bir zincir ile yere sırf bu iş için dökülen betonun içine gömülü başka bir halkaya bağlıydı. Ne ek yeri, ne zinciri boşandıracak bir çengel, ne anahtar ne de başka bir şey.  İnatlarından vazgeçseler bile zincirden çıkmaları imkânsızdı. Kaldı ki kimsenin vazgeçecek gibi bir hali yoktu. Dairenin tam ortasına kurulu derme çatma çardağın altında hamile olan kadın oturuyordu. Baktı... Korkuyla titredi… Onu bağlayan, kaçmasına engel olacak herhangi bir şey göremedi. Buna rağmen, kadın hiç kıpırdamadan, öylece bekliyordu. Ya diğerlerinden daha cesurdu, ya da zincir sadece bir semboldü; bu insanlar bağlı olmasalar bile topraklarını bırakıp kaçacak değillerdi. Çardağın üzerinde ise davul sesinin sebebi ihtiyar bir kadın oturuyordu. Kucağındaki davula eşit aralıklarla, yavaşça vuruyordu. Derisi gevşek bırakılmış davulun sesi, içinde bulundukları ortamdan olsa gerek bozuk bir musluktan lavaboya damlayan suyun sesini anımsatıyordu.

Az sonra beklenen oldu. Köyün girişine, emniyet için kurulan set büyük bir gürültüyle çöktü. Engeli yıkan su, zincirinden kurtulan azgın bir boğa gibi köye saldırdı. Gürültü ilk koptuğunda hamile kadın bir an huzursuzca kıpırdandı. Ama uzun sürmedi, hemen sakinleşti. Diğerlerinde ise ne korku, ne endişe, ne gurur; sadece yaptığı işe ehil bir ustanın yüzündeki kendinden emin ifade... Bir kaç dakika içinde meydandaki su seviyesi oturanların bel hizalarını geçmişti bile. Ancak bırak kaçmayı, kaçmak istemeyi, kıpırdadıkları bile yoktu. Adam bir an, hepsinin çoktan ölmüş olabileceklerini düşündü. Sonra, su omuzlarına yaklaştığında, ölmediklerini anladı. Çemberi oluşturanlar bir anda ellerini havaya kaldırarak el ele tutuştular. Aynı anda çemberin ortasındaki hamile kadının yüzünün acıyla kasıldığını, çığlık atmaya çalıştığını fark etti. Çıldırmaya yaklaşırken, düşündüğü şeyin olmuyor olması için dua etti.

Bir kaç saat sonra, 41 kişinin ardından suya gömülen davulun da sesi kesildi. Ama başı hala dışarıda olan ihtiyar kadın, sanki kendini dürbünle seyreden adamdan haberdarmış gibi, gözleri adama dikili, suyun altında kalan davulu dövmeye devam etti. Ta ki kendi de suyun altında kaybolana kadar...
Adam dürbünü elinden bıraktığında biraz önce seyrettiği manzara karşısında, aklına mukayyet olmasına yarayan, sadece tek bir telin kaldığını biliyordu. Ama o tel de fazla dayanmayacak, bir hafta sonra karaya vuran, yeni doğum yapmış bir kadın cesedi bulunduğunda kopacaktı.

16 Yıl Sonra…

Gürsel yattığı yerden uzandı ve duvarına yapıştırdığı resme zarar vermekten korkarak, saygıyla dokundu. Suyun içinde durmaktan buruşmuş, bembeyaz olmuş parmaklarının uçlarını, resimdeki kadının dudaklarının kıvrımlarında, çıkık elmacık kemiklerinde, alnının üzerine savrulmuş perçeminin üzerinde sevgiyle dolaştırdı. Gülümserken kısılmış, resmin bu berbat haline rağmen, içindeki siyah noktalar apaçık belli olan yeşil gözlerinin içine baktı. Küf tutmuş somyanın üzerinde doğrulurken, gözlerini resimden ayırmadan, yüzünde kocaman bir gülümseme ile “günaydın anne” diye geçirdi.

Yaklaşık on yıldır, kapağı rutubetten çürüyen bir valizin göğe kustuklarını, güneş kavurmadan önce tesadüfen yakaladığından ve içinden çıkan resimlerden birinin annesinin resmi olduğunu öğrendiğinden beri, her sabah sıkılmadan aynı şeyi yapıyordu. Annesi ne kadar da güzel bir kadındı. Anlatılanlara göre aynı zamanda da cesur. Keşke onunla hayattayken tanılaşabilselerdi. Ruhen, bir gün bunun gerçekleşeceğini biliyordu ama içinde koskocaman bir şey, annesine sımsıkı sarılmak, doya doya koklamak istiyordu. Maalesef insanın hayatta her istediği olmuyordu. Hoş, bu hayatta onun istediği hiçbir şeyin olmadığı rahatlıkla söylenebilirdi. Hatta istediği olmak bir tarafa, Gürsel sadece başkalarının isteklerini gerçekleştirmek için hayattaydı. Ama o buna aldırmıyordu. Ona yapacakları işi, var oluş amacını öğretirlerken, buna aldırmamayı da öğretmişlerdi.

Yataktan kalktığı gibi, yere hiç basmadan, parçaları yıllar önce gölün sularına karışmış pencereden usulca süzülerek dışarı çıktı. Evin yosun tutmuş çatısında tembellik eden iki aynalı sazanı korkutarak eğlendi. Ardından hızlı bir tur atarak, barajın kıyılarını kontrol etti. Başını suyun altından çıkarmadan, dokunmak için can attığı, ama Korkut babasından bir türlü izin alamadığı yeşil çimenleri seyretti. Su yüzeyine yaklaştıkça daha da hissedilir olan güneşin tadını çıkarmaya çalıştı. Kıyılarda kimse görünmüyordu. Demek ki bugün kimseyi korkutmakla vakit kaybetmeyecekti.  

En birinci görevi, göl kıyısına kimseyi yaklaştırmamaktı. Balıkçılar, hayvanlarını sulamak isteyen çobanlar, hafta sonu mangalcıları, sevişmek için kuytu bir yer arayan çapkınlar… Gürsel, gölün lanetiydi. Balıkçıların oltalarını birbirine karıştırır, gece garip sesler çıkararak onları korkuturdu. Tekneyle gezmeye kalkanların teknesine delik açar, içindekilere ne olacağını umursamadan tekneyi batırırdı. Suya yaklaşan hayvanları suyun içine çekip boğar, kimseye rahat vermezdi. Hatırladığı kadarıyla yüzmeye başlayıp, Korkut babasından var oluş amacını öğrendiğinden beri, bu gölde onun yüzünden yirmi iki kişi boğulmuştu. En son araştırma için suya giren üç dalgıç da bir daha sudan çıkamayınca, su kenarına kimse uğramaz olmuştu. Civar köylüler lanetin sebebi olarak, barajın suları altında kalan 41 köylüyü ve sonradan bulunan hamile kadını gösteriyorlardı. Onlara göre hamile kadının doğurduğu çocuk hala gölde yaşıyor ve suya yaklaşanlardan annesinin intikamını alıyordu. Tarihin hiçbir yerinde, hiçbir cadı masalı bu kadar gerçek olmamıştı. Ama küçük bir farkla. Evet, Gürsel o hamile kadının oğluydu.  Ancak Gürsel sadece annesinin intikamını almıyordu.  Gürsel, köyün topraklarında yatan, şimdi sular altında kalmış ruhlarını kurtarmaya çalışıyordu. İkinci ve asıl görevi buydu.

Köylüler kimseye açıkça anlatamamışlardı ama köy halkı hala tarih öncesinden kalma bir dine mensuplardı. Bu dine mensup olanların ruhları, beden öldükten sonra hemen uçup gitmez, bir müddet daha yarım kalan işlerini bitirmek, ölümünden sonra yaşananları gözlemlemek, gerektiğinde müdahale etmek için köyün topraklarında hüküm sürmeye devam ederdi. Bu bazen birkaç ay sürebileceği gibi, daha fazla mevkii ve sorumluluk sahibi olan bir ruhun köyü terk etmesi yıllarca sürebilirdi. Gelgelelim, köy arazisi sular altında kalınca tüm ruhlar suyun altına hapsolmuşlardı. İşlrini bitirmek ve huzura kavuşmak için barajın yok edilmesi gerekiyordu. Bu iş için 41 gönüllü seçilmişti. Bunlardan biri Gürsel’in annesiydi. Ancak ayin gereğince hamile kadın suyu terk etmiş, yerine canından ve ruhundan bir parçayı, Gürsel’i bırakmıştı. Gürsel o günden beri atalarının intikamını almak ve ruhlarını kurtarmak için uğraşıyordu.

Kısa bir göl gezintisinin ardından, bir zamanlar köy meydanı olan yere geldi. Burası gölün en derin yerlerinden biriydi. Bu nedenle suya inen dalgıçlar burayı bulamadan çok önce ölmüşlerdi. Gerçi ölmeseler bile şu manzarayı gördüklerinde delirmeleri işten bile değildi. O gün sular yükselirken yerde oturanların hepsi suyun kuvvetiyle yukarı kalkmışlardı. Ancak boğazlarını tutan kelepçeler nedeni ile hepsi suyun içinde başağı ve bu sefer yüzleri çemberin içinde dönük bir şekilde duruyorlardı. Hepsi el ele tutuşmuş ve çemberin ortasında çelik örgülerden bir yelek giymiş olan yaşlı kadına bakıyorlardı. Ne kadın, ne diğerleri, ne çardak, ne de zincirler, aradan geçen onca yıla rağmen çürümemişlerdi. Cesetlerin hepsi sanki daha az önce boğulmuşlar gibi tazeliklerini koruyorlardı.

Adını ironik bir şekilde suyu basan sel sularından alan Gürsel, önce yaşlı kadının etrafında bir tur attı. Ardından ruhları birbiri ile sohbet eden cesetlerden birine yaklaştı ve içinden “Günaydın Korkut Baba” dedi. Gürsel çemberdeki herkese baba derdi.  “Günaydın oğlum” diyen bir ses yankılandı beyninde. Korkut baba, hayatta olduğu zamanlarda hem köyün muhtarı, hem de dini önderleriydi. Aklı ermeye başladığından beri bildiği her şeyi Korkut baba öğretmişti. Gürsel, “Kıyılar bugün de boş baba. Sanırı bundan sonra kimse gelmeyecek. Gerçi bugünden sonra isteseler de gelecekleri bir baraj olmayacak. Bugün işim bitiyor. Hazır mısınız?” Gürsel, zihninde onlarca sesin mutlulukla cıvıldadığını hissetti. Cesetlerin yüzlerine baktı. Sanki hepsi gülümsüyordu. Gürsel tam gidiyordu ki aklına gelen soru ile geri döndü. “Korkut baba, annem dışarıda beni bekleyecek değil mi?” Korkut babanın yanıtı gecikmedi. “Elbette oğlum. Kendi değilse de ruhu seni suyun kenarında bekliyor olacak.” Gürsel aldığı cevabın sevinciyle hızla baraj kapaklarının yanına geldi. Sessizce suyun yüzeyini dinledi. Kimsecikler yoktu. Yıllardır uğraştığı şeyi başarmasına sadece birkaç saat kalmıştı. Ardından hem köyün ruhları, hem de kendi serbest kalacaktı. Hatta kim bilir belki de o çok merak ettiği güneşin altında, yemyeşil çimenlere bile oturabilirdi. Kapakların başına çöreklenmiş, Gürsel sayesinde balıkçıların gazabına uğramadığından dev gibi olmuş yayın balıklarını kovaladı. Beş yıl boyunca hiç sıkılmadan, saatlerce uğraşarak baraj kapağını açılabilecek hale getirmişti.  İşi tamamen bitene kadar kapaktan su sızmaması için yosunlardan conta yapmıştı. Kapak birden açılınca, su büyük bir hızla akmaya başlayacak ve tazyikin kuvveti barajın içinden, önüne ne gelirse kapaktan dışarıya çıkmaya zorlayacaktı. Gürsel bu nedenle suyun altında bulduğu, traktör, pulluk, büyük kaya parçaları, ne varsa suyun akış yönüne göre dizmişti. Bu eşyalar delikten çıkmak isterken deliği genişletecek ve yeteri kadar yıprattığında barajın tamamını yıkacak bir büyüklüğe erişecekti.

Gürsel son cıvatayı söktüğünde öğlenden sonrayı biraz geçiyordu. Dönüp arkasına baktı. Suyun maviliğini son kez seyretti. Ömrünü geçirdiği, ömrünü adadığı bu mavilikle birazdan vedalaşacaktı. Tahminine göre ruhu dünya üzerinde fazla kalmayacaktı. Yaşı nedeniyle görülecek bir hesabı yoktu ve baraj yıkılınca yarım kalan bir işi de olmayacaktı. Tek istediği, tek beklentisi, annesinin sesini zihninde duyabilmekti.

Kapağa sert bir darbe indirince kendini bir anda kapağın ağzında buldu. Tonlarca su, korkunç bir basınçla saniyeler içinde dışarı fışkırmaya başlamıştı. Gürsel direnmeye çalıştıysa da su çoktan kaburgalarını kırmıştı bile. Kendini delikten dışarı bıraktı. Barajın ardındaki yamaca sertçe çarptı. Güneşin yakıcı ışıklarını duydu vücudunda. İlk başta hoşuna giden bu tatlı sıcaklık birkaç saniye sonra canını acıtmaya başladı. Yıllardır su altında olan teni, bu değişikliği kabullenememişti. Acıyla çığlık attı. İlk kez kendi sesini duymuştu. Göz ucuyla deliğin içinden kopup gelen arabalara, yıkıntılara baktı.  Birazdan her şey bitecek herkes kurtulacaktı. Geriye sadece köy meydanındaki çürümemiş 41 ceset kalacaktı. Birileri Gürsel’i bulsa bile muhtemelen büzüşmüş bedenini görenler, onu suyun kudreti ile bu hale gelmiş sıradan bir çocuk sanacaklardı. Gürsel güneşin altında kavrulurken, kurumuş gözkapakları çoktan kapanmıştı. Zorlukla nefes alıp verdiği esnada çimenlerin heryerini battığını, buruşuk derisinden içeri girdiğini hissetti. Keşke birkaç saniyeliğine tekrar suda olabilsem diye düşünürken, zihninde gölge gibi serin, yastık kadar yumuşak bir ses duydu. “Oğlum… Hoş geldin.”



Yorum Gönder

0 Yorumlar