Kardelen


Emniyet binasının terasına çıkmış, bıçak gibi esen rüzgâra aldırmadan, soğuktan donmuş bir heykel gibi hareketsiz duruyordu. Buz tutmuş gözkapaklarını kırpmadan, gözlerini tek bir noktaya sabitlemiş, bomboş bakışlarla ufku seyrederken içinden geçen tek bir duygu vardı. Nefret… Uçsuz bucaksız buz tarlaları ufukta uzayıp giderken içinden geçenleri anlatan en iyi, hatta tek kelime buydu. Nefret… Ama sıradan, herhangi bir insanın hissedebileceği boyutlarda, basit, öylesine bir nefret değildi hissettiği… Yanına yaklaşmaya çalışanın bir duvar gibi çarpabileceği, dikkatli bakan birinin gözle görebileceği, hatta uzanıp kolayca dokunabileceği kadar gerçek, his olmaktan çıkıp neredeyse maddeye dönüşmüş bir nefret…

Her şeyden, herkesten nefret ediyordu. En çok, küçükken hiçbir zaman doyuncaya kadar yiyemediği dondurmadan nefret ediyordu. Kaderin cilvesi işte… Sonra buz tutmuş bu şehirden, soğuktan, çiğ et yemekten, buzda yetiştirmeyi becerebildikleri tadı birbirinin aynı iki üç çeşit sebzeden, 3. Dünya Savaşı’nı çıkaranlardan, savaşa katılanlardan, yetmezmiş gibi hayatta kalanlardan biri olmaktan, bilim adamlarından, politikacılardan, ona Ayaz ismini veren babasından, insan gibi yaşamak için insana benzemekten vazgeçmekten, her şeyden…


Güneşi en son gördüğünde 25 yaşına gireli bir kaç gün olmuştu. Aynı gün beynini kavuran güneşe ağız dolusu küfür ettiğini hatırlıyordu. Oysa bir daha göremeyeceğini bilse sıcağın tadını çıkarırdı. Siperlerden birine sığınmış, kör bir kurşunun beynini delmemesi için sıcaktan kızartma tavasına dönmüş miğferini çıkartmaya korkarak, mümkün olduğunca az toz yutmaya ve hayatta kalmaya çalışıyordu. Bugün başına bunların geleceğini bilse ölmemek için bu kadar direnmezdi oysa. Sabahtan beri kurşun sıkmaktan ısınan tüfeği yanmak üzereydi. Ülkelerin patronları büyük silahlara her zaman en çok parayı harcasalar da; onun gibi sıradan insanların kullanacağı silahlar her zaman olabildiğinin en ucuzuydu. Neyse ki bu uzun sürmeyecekti. Ülkenin savaşa girmesini onaylayan devlet başkanına küfrederken son mermisini de sıkmıştı. Arkadaşlarından hiçbirinden bir şarjör daha isteyecek durumda değildi. Zaten istese bile hiçbir arkadaşının da ona şarjör verebileceğini sanmıyordu. O sırada kulaklarındaki mikro telsize “ Tüm personelin dikkatine… Üzerinizdeki silah ve mühimmattan kurtularak, patlayıcı herhangi bir maddeden saklanmak için on beş saniyeniz var” anonsunu algılaması tüm arkadaşları gibi onun da sekiz saniyesini aldı. Şansına üzerinde cephane kalmadığı için kalan yedi saniyeyi elli metre ilerideki hurda arabanın içine saklanmak için kullanmıştı. Maalesef çoğu arkadaşının bu kadar uzun zamanı yoktu. Arabanın içine atlayıp, paramparça olmuş arka koltukların arasında dertop olurken, neden böyle bir anons geldiğini düşünüyordu.

Yıllar süren Cern deneyleri sonunda insanlık bir sürü yeni bir bomba icat etmek dışında bir şey becerememişti. Tesadüf bu ya hemen arkasından gelen kıtalar arası savaş da bu bombaları denemek, dahası pazarlamak için iyi bir fırsat olmuştu. Çoğu askerin, hatta üst düzey subayların adlarını bile bilmediği, yapacakları yıkımı kestiremedikleri bir sürü bomba sırası geldikçe kullanılmıştı. Muhtemelen bu anonsta bu bombalardan birinden kendi tarafındaki askerleri korumak içindi. On beş saniyenin sonunda derinden gelen bir patlama sesi duydu Ayaz. Sonra yerin altında bir şeylerin kıpırdadığını hissetti. Gördüğü onca yeni silahtan sonra depreme neden olan bir bombanın ne kadar da sıradan olduğunu düşünürken gördükleri karşısında dehşete düştü. Tam olarak nasıl olduğunu anlamasa da yerin altından yukarı doğru yükselen, gözle göremediği bir şey, her merminin, her el bombasının, her tüfeğin, herhangi bir enerji kaynağının etrafını sarıyor ve birkaç saniye içinde patlamasına neden oluyordu. Silahlarından kurtulamayan arkadaşlarından, anonsu zaten hiç duymamış düşman askerlerinden şanslı olanların birkaç mermi nedeniyle usulca yere düştüğünü, şansızlarının ise havaya uçtuğunu gördü. Sonrasında ise yerin altından gelen o şeyin patlatacak bir şeyler daha fazla şey aradığını ama bulamayınca sinirlenerek gökyüzünde doğru yükseldiğini hissetti. İşte bir assolist edasıyla en son sahneye çıkan Tanrı Bombası, adına yakışır bir şekilde her iki taraf içinde savaşa bir defada son noktayı koymuştu.

Tanrı, adının bir bombaya verilmesine çok kızmış olsa gerek; korkunç bir intikam aldı. Tanrı Bombası düştüğü yeri yok etmekle kalmadı. Atmosfere yükselen manyetik alanın başlattığı zincirleme reaksiyon, birkaç hafta içinde tüm dünya iklimini mahvedince ülkenin, daha doğrusu ülkeden geri kalanın payına buz düştü. Artık güneş bulutların çok ama çok arkasında, sadece yeteri kadar yaşlı olanların hatırlayabileceği, sıcacık bir anı olarak kalmıştı. Bir zamanlar kısmen de olsa bolluk bereket içindeki bu topraklar, şimdi bembeyaz bir buz tabakasıyla örtülüydü. Yetmezmiş gibi karın yağmadığı tek bir gün bile yoktu.

Maalesef tek problem soğuk değildi. Patlamaların ardından artan basıncın yanı sıra azalan oksijen seviyesi yüzünden nefes almak zordu. Ateş yakmak kimyasal olarak mümkün olsa bile onlarca insanın alacağı nefesten çalacağından cinayetle eş değerdi. Ne akarsu, ne rüzgâr… Kar ve buz harici herhangi bir doğa olayı olmadığından enerji üretemiyorlardı. Yetersiz oksijen, çiğ et ve sebzeler ve elbette ki soğuk yüzünden, geriye kalan bir avuç insan da hastalanıyor, birer birer ölüyordu. Yaşamak imkânsız değilse bile çok zordu.


Madmax filmlerinden beri her Üçüncü Dünya Savaşı sonrası senaryoları, temelinde her zaman otoritenin kalmadığı kaos teorilerini içerse de bu sefer öyle olmadı. İnsanlar çabuk toparlandı. İyi kötü, yeni bir devlet düzeni kendine yeniden yer buldu. Hemen ardından insanların en çok ihtiyacı olan polis ve asker teşkilatının yanı sıra hastaneler, hatta elde kalan kırık dökük aletlerle mevcut durumu kendi lehimize nasıl çevirebileceğimizi düşünen araştırma merkezleri kuruldu.

Neyse ki her bilim adamı kendini bomba üretmek zorunda hissetmiyordu. İçlerinde iyi niyetli olanlar zayıf akım teknolojisini ilerletti. Hepsi olmasa da hastanelerdeki bazı cihazlar, radyolar, cep telefonları ve eski yaşama ait bazı aletler, piller ya da benzeri bataryalar ile çalıştırılabiliyordu.  Yine de geriye kalan dünya yaşanabilir bir yer olmanın çok uzağındaydı ve yaşanabilir bir gezegen keşfetmenin tek yolu akülü bir uzay gemisi yapabilmekten geçiyordu.  Bu yüzden insanlar kolayı seçtiler ve gen transferini keşfettiler.

Yöntemin temeli basit bir mantığa dayanıyordu. Başta soğuk olmak üzere, yetersiz beslenme ve su kıtlığı nedeni ile ortaya çıkan çeşitli bakterilere ve diğer yeni dünya şartlarına dayanıklı hayvanlardan alınan DNA zincirleri insanların DNA’sı ile birleştiriliyordu. Bu sayede biraz olsun yaşama şansları artmıştı. Öte yandan artık pek de insana benzemiyorlardı. İnsanların vücutlarına DNA’sı eklenen hayvan türüne göre kıl, boynuz, pençe, hatta nadir görülmekle birlikte toynak ve kuyruk ekleniyordu. Kimine göre Tanrının bir lütfu, kimine göre Tanrının bir laneti daha…

 “Hiç değilse ben şanslılardanım” diye düşündü. Onun gibi asker eskilerine yeni yaşamın en yetkili asayiş gücü olan BMM (Buzla Mücadele Merkezi) ajanlığı ve kurt DNA’sı transferi şerefi verilmişti. Lağım işçilerine domuz veya fare genleri transfer edildiği düşünülürse bu gerçekten iyi bir şeydi. Ortağının işareti ile kendine geldi. Havanın kararmaya başladığını işaret ediyordu. Hava iyice soğumadan eve dönmeliydi.

Ayaz, BMM binasından çıktı. Karşıya geçmek için iki kutup ayısının çektiği kızaklı çöp kamyonunun geçmesini bekledi. Yolun karşısındaki atlı arabalardan birine yaklaşıp atın boynundaki kumbaraya yol parasını atarak hayvanın kulağına evinin adresini fısıldadı. Atlı arabada yerini alırken at, söylenen adrese doğru yola çıktı. Tersine genetik mühendisliği sayesinde hayvanlara da insan geni aşılamışlardı. Gündelik işlerde kullanılan hayvanlar artık eskisinden daha akıllıydı. Konuşamasalar bile söylenenlerin neredeyse tamamını anlayabiliyorlar ve fiziksel yeterlilikleri dahilinde verilen komutları yerine getirebiliyorlardı.

Öyle veya böyle dünya ve insanlık her ne kadar evrim geçirmiş, artık yeni bir çağa başlamış gibi görünse de bir sorun daha vardı. DNA’sıyla oynanan insanlar hayatta kalmayı başarsalar da eski dünyanın katırları gibi üreme yeteneğinden yoksundular. Zaten yeni hayatlarında sevişmek pek de içlerinden gelmiyordu. Çıplak bir tene dokunamayıp, terden sırılsıklam olamadıktan sonra sevişmenin ne anlamı vardı ki? Sonuç olarak nüfus günden güne azalıyordu.

Ayaz eve girer girmez radyoyu açtı. Montu, botları, birkaç kat çorapları… Giyinmek ve soyunmak tam anlamıyla bir işkenceydi. Her gün, bir önceki günle aynı haberlere kulak kabartırken, bir yandan da artık tek işlevi yiyecekleri donmaktan korumak olan buzdolabını açtı, karnını doyuracak bir şeyler bakındı. Soğuk, lezzetsiz ve keyifsiz bir yemeğin ardından üstünde kalan diğer giysilerini de çıkardı. Gözü istemsizce bakıverdiği aynaya takıldı. Vücudunu kaplayan uzun, gri tüylerin arasında kaybolmuş cinsel organını ararken aklına savaştan önce seviştiği kadınlar geldi. Uzunu, kısası, esmeri, kumralı, mavi gözlüsü, hepsi… Hele en sonuncu… İçi sızladı. Patlamadan bir gün önceydi. İzin gününü sarışın bir kadının koynunda değerlendirmişti. Birliğine dönmek için yataktan acele ile çıkarken kadın “Beni ara” diyerek telefon numarasını vermişti. Onca zamandan sonra bile sanki bir işe yarayacakmış gibi telefon numarası hala aklındaydı. Hüzünle iç çekti. Eski çağa ait binlerce gereksiz, yeniden yaşanması imkânsız bir hatıra daha işte. Acaba patlama, sarışına ne yapmıştı. Hayatta olduğuna pek ihtimal vermiyordu. Bomba patladığında günlerden pazardı, öğlen sıralarıydı. Kadın muhtemelen banyodan yeni çıkmıştı. Pencerenin önünde uzun, sarı saçlarını tarıyordu ve kocaman mavi gözleri ile yoldan geçenleri seyrediyordu. Üzerindeki tek giysi olan bornozunun kuşağını fazla sıkmadan bağlamış, bedenini hafiften araladığı camdan esen, ılık rüzgârın okşamalarına bırakmıştı.  Ufukta, patlamanın ilk ışıklarını gördüğünde, bornozun üst kısmından taşan beyaz göğüsleri, koşmakta olan bir askerin üzerindeki el bombaları gibi sıçramıştı. Birbiri ardına gelen patlamaların yavaş yavaş kente yaklaştığını gördüğünde, o çocuksu bir muzipliğe sahip, dupduru yüzüne gergin bir ifade yerleşmişti ve incecik dudaklarının arasından küçük bir çığlık yükselmişti. Kim bilir belki de son bir gayretle kendini yere atmaya çalışmıştı. Hatta Ayaz’ı ya da sevgililerinden herhangi birini yardıma çağırmak için cep telefonuna sarılmıştı. Ama odasının içini saran manyetik alan yüzünden yardım için sarıldığı cep telefonu katili olmuştu. Beynine saplanan telefon bataryasından, kırmızı bir nehir gibi akan kanlar, sarı saçlarından süzülerek iki göğsünün tam arasında küçük bir göl oluşturmuş, onlarca erkeğin uğruna ölebileceği o masmavi gözler, bizzat ölümün kendisi olmuştu. Telefon numarasını ezbere bildiği halde, kadının adını hatırlamadığını fark etti. Sonra adını sormaya vakit bulamadığını anımsadı. Ruhunu acımsı bir gülümseme sardı, ışığı söndürdü. Yatağa girip huzursuz bir uykuya daldığında radyo sinemasında, sonu gelmeyen bölümlerinden biriyle Yıldız Savaşları devam ediyordu. Lucas’ın varisleri bu yeni düzende para kazanmanın yolunu bulmada en az büyükbabaları kadar başarılılardı.

Kısa dalga cep telefonunun sesine uyandığında sabah henüz olmak üzereydi. Ah kısa dalga… Hiçbir savaşın, hiçbir bombanın yok edemediği tek teknoloji. “Ayaz günaydın” dedi telefondaki ses ve selamının alınmasını beklemeden devam etti “Acil bir durum var” “Nedir” diye sordu olanca uyku sersemliğiyle. “Yeni Yaşam Servisi’nden kaçan bir hasta ihbarı yapıldı, bizim ilgilenmemiz istendi” YYS’nin adını duyduğunda yüzünü buruşturdu. YYS, gen transferini icat eden ama hala insanların üzerinde deney yapmaya devam eden bir devlet ünitesiydi. Ayaz’a göre birinin buradan kaçmak istemesi kadar doğal bir şey yoktu. YYS pek çok yönden Auschwits’den farksızdı. Aslında birisi kaçmak için Ayaz’dan yardım istese kabul bile edebilirdi. Ancak standart prosedürlere göre Ayaz, ateş yakmak, dizel bir motoru çalıştırmaya kalkmak ya da herhangi bir şekilde atmosferi kirletmek gibi hayati suçlarla ilgilenmekle görevliydi. Sıradan bir kaçak olayı onun işi değildi.  “İyi de bu BTM’nin işi değil ki, bu işi yapacak bir sürü çoban köpeği var” Çoban köpeğinden kastı, köpeklerin genleri ile donatılmış sıradan polislerdi ve kendisi bir BTM görevlisi olarak kurt geni aşılıydı. Dolayısıyla gerek hem rütbe, hem ikincil ırk olarak onlardan kıdemliydi. Karşıdaki ses sakindi. “Nedenini tam olarak bilmiyorum. Anladığım kadarıyla kadını sağ istiyorlar. Polisler gece boyu herhangi bir ilerleme kaydedemediler. Ayrıca izler şehrin dışına doğru gidiyor. Biliyorsun oradan sonrası ile biz yetkiliyiz. Ve ayrıca kadının kesinlikle sağ getirilmesi konusuna gelince; sıradan polislerin bu konudaki istatistikleri pek iç açıcı değil ”  Adamın söylediği onca şey arasında özellikle YYS’nin kadını canlı isteme talebi dikkatini çekmişti. Yaptıkları onca gizli deney nedeniyle YYS’ye gizlice girmeye çalışmak gibi gizlice çıkmak da ölümü peşinen kabul etmek demekti. Dayanamadı, “Bu kadını YYS’nin gazabından koruyan şey de neymiş” diye sordu. Ses, sanki biri onları gizlice dinliyormuş gibi alçaldı ve tedirginleşti “Sanırım hamile olması” diye cevapladı. Kulaklarına inanamamıştı. Gen transferinin uygulanmaya başlamasından beri geçen 20 yıl içinde hiçbir kadın hamile kalmamıştı. Sonunda bunu da başarmışlardı demek… “Ortağın, çoktan köpekli bir kızakla yola çıktı, birazdan kapıda olur. Ha unutmadan kadını arayan bir tek sen olmayabilirsin. Ahiret Bekçilerine dikkat et”

Ahiret Bekçileri, yenidünya düzenini, özellikle de trans gen projesini şiddetle reddeden bir avuç radikalden ibaret, terörist bir gruptu. Tanrı Bombası ile dünyanın sonunun geldiğine, kıyamet için geri sayılımın başladığına inanıyorlardı. Onlara göre şu dakikadan sonra hayatta kalmak için yapılan her hamle, Tanrıya isyandan başka bir şey değildi. Nasılsa öleceklerdi, direnmenin bir manası yoktu. Bu yüzden gen transferini reddetmişlerdi. Nispeten sıcak olduğu için yeraltında, kazdıkları çukurlarda yaşıyorlardı. Genelde şehirde çıkan yangınların, kızarmış et kokularının sorumluları Ahiret Bekçileriydi. Bir yönleri ile modern dünyayı reddeden Amish tarikatı üyeleri gibiydiler. Ancak onlardan en önemli farkları, kendileri her ne kadar hayvan geni aşısını reddetmişlerse de; hayatlarının ve eylemlerinin her alanında insan geni aşılanmış hayvanları kullanmaktan geri kalmıyorlardı. Muhtemelen, onların azalarak bitme hayallerinin sonu olacağından bu kadının peşindeydiler.

Ayaz, hem hamile, hem de transgen bir kadının neye benzeyeceği konusunda çok emin olamasa da hızla hazırlanıp evden çıktı. Aşağı indiğinde ortağı kızakla birlikte henüz gelmişti. Transgen kurt köpeğinin başını okşayarak dişleri arasında tuttuğu dizginleri eline aldı ve gerçek bir iş arkadaşına sorar gibi “Ne haber Rex, gece iyi uyuyabildin mi?” diye sordu ortağına. Rex “evet” anlamına gelen keyifli bir ulumayla cevap verdi. Rex, göreve başladığından beri Ayaz’a verilen ikinci ortaktı. İnsan genleri ile donatılan bu köpek, gerçekten iyi bir ortak, keskin duyuları ile birleşen kısmi insan zekâsı ile korkunç bir yaratıktı. Ayaz, kızak köpeklerinin liderlerine gidecekleri yeri seslendi. Köpek, anladığını belirtir bir havlama ile yola koyuldu.

Kısa ama çok soğuk bir yolcuğun ardından kadının en son görüldüğü yere, YYS binasına geldiler. Birkaç polis memuru endişe ile onu bekliyorlardı. Şehrin sınırından ileri gitmeye ne yetkileri ne de cesaretleri vardı. Onlar için burası, yani YYS binası, bir bakıma dünyanın sonuydu. Gerçi şehrin içi de çok farklı sayılmazdı ama şehir sınırlarının sonrası alabildiğine uzanan buzdan bir bozkır gibiydi. Etrafta YYS’nin ki dışında başka bir bina olmaması da soğuğun ve kar yağışının şiddetini arttırıyordu. Binadan kaçan kadın muhtemelen bu ıssız yere doğru kaçmıştı. Aslında Ahiret Bekçileri’nin onu bulmasına bile gerek yoktu. Bir başkasının onu bulmasını önlemeleri yeterliydi. Kadın, hangi hayvanın genine sahip olursa olsun mutlaka soğuktan donacaktı. Ayaz, elini çabuk tutması gerektiğine karar verip kızaktan indi ve bir an bile düşünmeden, polislerin kıskanma, imrenme, kim bilir belki de yerinde olmadıkları için şükran dolu bakışlarının arasında dünyanın sonunun başladığı yere adım attı.

Birkaç saatin ardından tam vazgeçmek üzereydi ki vahşi hayvan seslerine karışan bir çığlık sesi duydu. Bu ıssız yerde sesin nereden geldiği anlamak pek mümkün değildi. Rex kadar olmasa da nispeten gelişmiş koku alma duyusuyla şansını denedi. Ancak hava o kadar soğuktu ki, koku almak için yaptığı her nefeste, burun deliklerinden içeri bir kılıç girmiş gibi canı yanıyordu. Neyse ki Rex ondan bir adım ilerideydi. Hayvan, Ayaz’ın nerdeyse beline kadar gelen karın içinde hızlıca belli bir yöne doğru atıldı. Ayaz nefes nefese takip ettiği Rex’in ardından tepeyi aştığında küçük bir sırtlan sürüsünün yarı çıplak bir kadının etrafını sardığını gördü. Damgalarından hayvanların transgen olduğunu anladı. Ahiret Bekçileri onlardan önce davranmıştı. Normal insanların bu kadar soğuk ve açık alanda yaşamak gibi bir şansları olmadığından sırtlanlardan oluşan bir suikast timi göndermişlerdi. Karşıdan bakıldığında pek adil bir karşılaşma gibi görünmüyordu. Ama daha kötüsü kadından tarafa olmalarının kavgaya denge getireceğinden de pek emin değildi. Ayaz, kısa bir an tereddüt yaşasa da, emir beklemeden saldırıya geçen Rex’ten aldığı cesaretle köpeğin peşi sıra koşmaya başladı. Pek çok insandan daha parlak zekâsıyla Rex, ilk önce kadının baldırını dişlemiş sırtlanı hedef aldı. Havada süzülerek düşmanının sırtına atladı ve hayvanın ensesine sıkıca geçirdiği dişlerini bırakmadan havada bir takla atarak sırtlanı uzağa fırlattı. Bu arada enseden irice bir parça koparmayı da başarmıştı. O sırada Ayaz da yetişmişti. Rex’in saldırısının ardından gerileyen hayvanlarla kadının arasına girdi. Sol elini yere dayamış, sağ elini yumruk yapmış beklerken avının üzerine atılmaya hazırlanan bir aslana benziyordu. Ensesinde yeleye dönüşen saçlarını kabartarak kükremeyle karışık bir çığlık attı. İşte bunu yapmayı gerçekten seviyordu. Ama sıradan transgen insanların ödünü koparan bu hareket sırtlanları pek de etkilememişti. Üzerine atlayan iki sırtlanın ağırlığıyla yere düştü. Son anda boğazlarından yakalamayı başardığı hayvanları kendinden uzak tutmaya çalışırken gözü Rex’e kaydı. Payına iki sırtlan düşen köpeğin durumu başlangıçta pek parlak görünmese de ön ve arka ayak bileklerine sabitlenmiş savaş bıçakları ile harikalar yaratıyordu.

Rex kendisine yardıma gelinceye kadar dayanamayacağını anlayan Ayaz, saldırıya geçmeye karar verdi. Ufak bir boğuşmanın ardından hızlı bir hareketle sağ elinin uzun tırnaklarını hayvanın boğazından içeri sokup eline ne geçtiyse kopararak dışarı çıkardı. Hayvan kızıla boyanan buzun üzerinde can çekişirken artık iki eliyle yakalayabildiği diğer sırtlanın boynunu usulca kırdı.

Tam Rex’e yardıma gidecekken kadından acı bir çığlık yükseldi. Dönüp baktığında kavgadan vazgeçen bir sırtlanın kadını kolundan çekelediğini gördü. Son gücüyle hayvanın sırtına atladı. Boğazına sarıldığı hayvanla birlikte yerde yuvarlanmaya başladılar. Bir müddet hayvanın debelenmesine, pençe ve ısırıklarına aldırmadan tutmaya çalışsa da gücü tükenmek üzereydi. Bayılmasına ramak kala imdadına Rex yetişti. Son bir gayretle hayvanın boynunu yukarı kaldıran Ayaz ortağına işareti verdi. Gerisini bıçaklarla süslü zarif bir pati darbesi halletti. Rex’i tebrik etmeye yeltenirken kadın tekrar çığlık attı. “Yine ne var” dercesine kadına baktığında kadının acıyla sıktığı dişlerinin arasında nefesini verirken “Doğum başladı, bebek geliyor” dediğini duydu.

Vücudunda kanayan sayısız ısırık, ortalıkta yatan iç organları dışarıda bir sürü hayvan leşi yetmezmiş gibi buz gibi havada, kan ter içinde, çığlık çığlığa bir kadın ve bir erkeğin asla görmek istemeyeceği bir şekle girmiş, doğuma hazır bir vajina… Ayaz, kalan hayatında daha iğrenç bir gün geçirmeyeceğine emindi. Kadın moraran dudaklarının arasından güçlükle nefes verirken “Lütfen yardım et” diye inledi. Bu kadarı da fazlaydı. Başının dönmeye başladığını hissederken kadının omuzu üzerinden kendisini seyreden Rex ile göz göze geldi. Umutsuzca Rex’den yardım isteyecekken, boynunu yana yatırıp “Bu senin işin” der gibi bakan hayvanı görünce bu düşüncesinden vazgeçti. Az önce sırtlanları parçalayan pençeleri ile kadının vajinasına küçük bir kesik atarak bebeğin başının geçmesi için bir geçit açtı. Bunu gençliğinde bir film ya da benzer bir şeyde gördüğünü hatırlıyordu ama nerde gördüğünü ve neden böyle bir şey izleme gereğini duyduğunu hatırlamıyordu. Yaptığı pek hijyenik değilse de; en azından Rex yardım getirene kadar kadının hayatta kalabileceğini düşünüyordu. Başı görünen bebeği usulca çekmeye çalışırken kadının çığlıklarına engel olamadı. Kan, dışkı ve amniyon sıvısına bulanan bebeği annesinin kucağına verirken daha fazla dayanamadı, kusmaya başladı.

Birkaç dakika sonra kendine geldiğinde annesini emen insan ve geyik karışımı yaratığa sevgiyle baktı. Yüzü hariç vücudunun her yerini kaplayan kadife tüyleri ve sol gözünün altında üç küçük siyah benekle, yeni insan neslinin devamını müjdeleyen ceylan yavrusu, savaştan sonraki hayatında gördüğü en sevimli şeydi. Az önce sırtlanların parçalamak üzere olduğu kadına baktı. Vücudunun açıkta kalan yerlerindeki beneklerden jaguar ya da öyle bir hayvanın genlerini aldığı belli oluyordu. Yavru bir ceylanı emziren bir jaguar.  Acaba bu hayat daha ne kadar ilginç olabilirdi. Kadının bir zamanlar kızıl olan saçları yer yer sarı siyah kırçıllarla kaplanmıştı. Artık ince birer çizgiden ibaret yeşil gözbebekleri yorgun ama mutlu bir gülümseme ile ışıldıyordu. Ayaz bir an kendi annesini hatırladı. Savaştan kurtulmayı başaran, gen transferine kadar soğuğa dayanamayan. Belki de gen transferinden bunun için nefret ediyordu. Geç keşfedildiği için. Belki de eski hayatından bugüne sevebileceği hiç kimse kalmadığı için bu kadar mutsuzdu. Ya da belki yeniçağ yirmi yıldır hiçbir insan anne-baba olamadığı için bu kadar acımasızdı. Kucağında böyle minik bir yaratık tutan bir insanın herhangi bir şeyden nefret etmesi mümkün müydü? Dikkatini tekrar bebeğe verip belki de kendisinin asla sahip olamayacağı bu doğa harikasına bakarken kendini tutmayı bıraktı ve ağlamaya başladı. Gözyaşları buz gibi havaya temas edince gözlerinden dumanlar tütmeye başlamıştı. Gerçekten tuhaf bir manzaraydı. Canının acısına, kan kaybına ve soğuğa bu ruh hali de eklenince daha fazla dayanamadı. Kendisi taşımaktan vazgeçen dizleri çözüldü ve kadının yanına boş bir çuval gibi devrildi. Dünya, kararan gözleri etrafında dönerken, başını son bir kez daha annesinin kucağında kıpırdanan kız çocuğuna çevirdi. Ona bir kez sıkıca sarılmadan annesine verdiğine pişman olmuştu. Keşke biraz daha zamanı olsaydı. Son bir gayretle “Çok güzel bir bebek, tıpkı annesi gibi” dedikten hemen sonra yaptığı iltifatın saçmalığına kendide şaşırdı. Bir ceylan bir jaguara ne kadar benzeyebilirdi ki. Ayaz’ın bilincinin yavaşça kapanmaya başladığını, yardım sırasının kendisine geldiğini fark eden kadın ona moral vermek için Ayaz’ın yaralı bedenini ile sokularak “Dayan” dedi. Ortağın yardım getirmeye gitti. Kafasını iki yana sallayarak “Yetişemezler” dedi Ayaz sakince. Kendisinin farkındaydı. Son sırtlanla dövüşürken koltukaltından ısırılmıştı. Doktor değildi ama küçücük bir diş izinden deli gibi fışkıran ve durmayan kanın ne demek olduğunu biliyordu. İyi bile dayanmıştı. Ayaz’ın gözlerine yavaşça yerleşen ölüm karanlığının farkına varan kadın ağlayarak uzandı ve Ayaz’ın alnına küçük bir öpücük kondurdu. Titreyen sesiyle  ““Teşekkürler” dedi. “ Ve özür dilerim, kaçmak zorundaydım, çünkü… ” Ayaz sol eli ile uzanıp kadının dudaklarına dokundu. “Boşver” dedi, “Artık önemli değil” Kadının ağlaması artarak devam etti. “Keşke kaçmasaydım, o zaman böyle olmayacaktı” Garip bir ironi ile kadın haklıydı. Ayaz mutluydu. Tarihin değişimine ikinci kez tanıklık ediyordu. Birçok insanın hayalini kurduğu mucize bizzat ellerinde gerçekleşmişti. Askere gidene kadar bir insana yakışır bir hayat sürdüğü pek söylenemezdi. Keza savaş yıllarından da pek gurur duymuyordu. Hayatında ilk kez yaptığı bir işten gurur duyuyordu. İlk kez insan olduğu hissetmişti ve bu duyguyla ölecek olmaktan mutluydu. Kadın haklıydı; eğer kaçmasaydı böyle mutlu olmayacaktı.

Kadın birden unuttuğu bir şey aklına yeni gelmişçesine telaşla “İsim… Kızımın ismini sen koy… Lütfen…” dedi yalvarır bir ses tonuyla. “Bunu en çok sen hak ettin”. Bunu duyunca gülümsedi ve en son ne zaman güldüğünü hatırlamaya çalıştı. En son güldüğünde kurt genleri henüz etkisini göstermişti. İlk başlarda nadir bulunan bir transgen tipi olarak birkaç kadında şansını denemek istemişti. Aldığı tepkilere önce pek bir anlam veremese de genişleyen ağzı ve sivrilmiş dişleri ile gülümsediğinde Batman’deki Joker’in makyajsız haline benzediğini görünce gülümsememeyi öğrenmişti. Ama şu an buna kimsenin aldırdığı yoktu.  Bu lanet olası yerden artık gidiyordu ve tek dileği cehennemin anlatılan kadar sıcak olmasıydı. Koltukaltından vücuduna yayılan kanın sıcaklığıyla iyice gevşedi. Ölmek o kadar da kötü bir şey değilmiş dedi kendi kendine. Nefesinin iyice seyrekleştiği ve bakışlarının donuklaştığı anda bir isim düşünecek kadar bile zamanının olmadığını biliyordu. Neyse ki düşünmeye gerek yoktu. Bu karlar kraliçesi doğumda kendi ismini hak etmişti zaten. Son nefesinin buğusu havaya karışırken “Kardelen” diyebilmişti. “Adı Kardelen olsun”…




Yorum Gönder

0 Yorumlar