İnsanoğlu doğduğu andan itibaren 'ben' demesini öğrenir. Ne zaman ki âşık olur, işte o zaman 'sen' demeyi öğrenir.
Basit cümlelere derin anlamlar
yükleyebilme marifeti ile lanetlenmiş yazar arkadaşım Şebnem Pişkin, çok
yakında -sanırım 15 Mart- "Kayıp Mona Lisa" ile karşınızda. Sağ olsun
bir önceki kitabı "Mehmed'e Gönderilmeyen Mektuplar" da olduğu gibi
bu kitabını da baskıya girmeden çok kısa bir süre önce okuma şansına eriştim.
Hedefimiz o'dur ki sıradaki kitabı baskıdan çok önce okuyacağız.
Son iki kitabından gözlemlediğim
kadarıyla, yazar fantastik öğeleri minimumda tutup, kendi iç dünyasına, fikir
ve felsefi yaşantısına ağırlık veriyor. Bu kez de kendi yaşamının odak
noktalarını oluşturan, iman, inanç, tasavvuf, kendini bilmek, Allah'a yakın
olmak, -elbette- bir olmak gibi konular üzerine yoğunlaşmış. Ancak bu kez
saydığım kavramları Leonardo Da Vinci üzerinden anlatmayı denemiş. Pardon,
denemek ne kelime, gayette başarmış.
Kitabımız iki ayrı zaman dilimi
üzerinden ilerleyen, doğrudan alakalı olmayan, ama özünde birbirini tamamlayan
iki hikâyeden oluşuyor. İlk hikâyede, resmin, bilimin, anatominin efsane insanı
Leonardo Da Vinci'nin kendine has hayatına, zihninde kopan fırtınalara ve
elbette ki meşhur Mona Lisa tablosunun yapım aşamasına şahit oluyoruz. Ben
kitabın bu kısmını çok beğendim. Dönemi anlatmada başarılı buldum. Hatta bir
ara heykeller, mermer sütunlar, yüksek merdivenler, gümüş çatal bıçaklar, Asil
Romalılar derken kendimi hani şu Hıristiyan efsanelerini anlatan kitaplardan
birini okuyor sandım.
Diğer hikâye ise bence
Leonardo'nun yanında biraz sönük kalmış. 2013 yılından geçen hikâyeye göre,
Paris'e bir konferans için gelen Profesör Zuckerman'ın yolu (Burada Zuckerman'a
ayrı bir parantez açmak istiyorum. Gerçi bırakın parantezi, ayrı blog açsam
yeri var. Öyle bir adam ki, mantık ve analitik felsefe de bir numara, kuantum
fiziği, uzay astronomisi (başka ne astronomisi varsa) konularında otorite, şaraptan anlar, musluk
tamiri yapar; daha neler neler. Maşallah İsviçre Çakısı gibi.) Mısırlı akademisyen
Khaled Hasan ile kesişir. Buradan sonrası uzun uzun kuramsal makaleler ve Zuckerman'ın
tezlerine Khaled'in anti tezlerini sunması üzerine. Ateist Zuckerman ile
Müslüman Khaled arasındaki fikir alışverişine sahne oluyoruz. Ne yalan
söyleyeyim bu kısımlar -belki de işime gelmediğinden- beni sıktı, yordu.
Her zaman söylüyorum. Yazarın
anlatmak istedikleri şu an benim ilgi alanlarımın dışında. Bu nedenle üzerinde
çok düşünmüyorum. Ancak anlatmak istediklerini anlatma şekline her zaman hayran
kalıyorum. Bu kitap için konuşursak, hayatı onlarca Hristiyan, masonik
efsaneleri içeren onlarca kitaba, filme konu olmuş Leonardo Da Vinci'yi, İslam
felsefesini, yaratıcıyı ve aslında hepimizin özünde "bir" olduğunu
anlatmada kullanması son derece zekice.
Yukarıda da dediğim gibi Rönesans
da geçen kısımlara bir diyeceğim yok. Ama 2013 yılındaki hikâyede keşke dediğim
yerler var. Mesela tüm karakterler, en azından Khaled, Türk olsa daha iyi olurdu.
Diyelim ki Türk değil ama adı Ahmed oldu, o da olumlu. Bakınız çok enteresan
'd' ile yazılmasına bile razıyım. Zira Paris'in göbeğinde bir Alman ve bir
Mısırlı'nın yazarın bize söylemediği ortak bir dille, Arapça-İngilizce
arasındaki mana farklılıklarını Türkçeye göre yorumlamaları, beynimde
karıncalanmalara neden oluyor. Ha bu belki sadece bana ve benim gibi obsesif
kişilere özeldir, normal ve sağlıklı pek çok insan bunu umursamaz, o başka.
Tüm bunlar dışında, Şebnem'in
Tanrı'ya bakış açısını ya da başka bir deyişle Tanrı kabulünü gerçekten
beğeniyorum. Keşke herkes Şebnem ve Şebnem'in kitabındaki Leonardo gibi
düşünse. (Not: Allah'ın özel isim olduğuna ve her dilde bu hali ile
kullanılması gerekliliğine katılmıyorum. Bunu umarım bir gün uzun uzun ve yüz
yüze tartışacağız.)
Kısa bir süre önce Asi Kitap ile
çalışmaya başlayan yazarın kitabı henüz basılmadığı için baskı kalitesi ve
diğer hususlar için yorum yapmıyorum. Bu durumu kitap elime geçtikten sonra
alta yorum olarak eklerim. Ama Şebnem'in diğer kitapları içinde en modern ve en
iddialı kapağa sahip. Her ne kadar başta eşim olmak üzere bir iki kişiden Ümit
İhsan'ın Kıyamet Tarikatı simli kitabının kapağına benzediği eleştirisini alsam
da bence alakası yok. Sadece kitap isminde kullanılan yazı karakterine biraz
daha özenilebilirdi diye düşünüyorum. Yine aynı şekilde ham halini okuduğum
için benim fark ettiğim hatalar, editör kontrolünden ne şekilde geçti
bilmiyorum. Ama kelime ve imla açısından Şebnem editöre pek iş bırakmamış. Şu
hali ile bile tertemiz.
Evet, nihayet yazımın başından
beri yazarın merakla beklediğini düşündüğüm soruların cevaplarına geldik;
— Beğenilecek mi?
— Evet, yazarın mevcut kitlesi,
sıkı takipçileri bence kesinlikle beğenecek.
— Sadece onlar mı?
— Hayır, bu çevrenin yakınında
olanlar ya da ucundan kıyısından tasavvufla, modern İslamiyet anlayışıyla
ilgilenenlerinde dikkatini çekecektir ve pek çoğu okurken keyif alacaktır.
- Bu kitabı okuduktan sonra Umut
ve Mehmet Mollaosmanoğlu namaza başlayacaklar mı?
- Henüz değil Şebnem'ciğim. Ama
sen denemeye, yazmaya devam et. Kendi
adıma hidayet kapılarım kapalıysa da asla kilitli değil. Belki bir gün neden
olmasın?
0 Yorumlar
Yorumlarınız bizim için önemli...