Gel Gör Beni Aşk Neyledi

Bazı insanlar vardır. Ne herkesin sevip saydığı biri olmayı, ne de yüzyıllar boyu herkes tarafından hatırlanmayı isterler. Bir köşede usulca, sessizce, kendi kendine sıradan bir hayat yaşamak, vakti saati gelip bu dünyadan göçtüklerinde de önce birkaç yıl sevdikleri tarafından hatırlanmak, sonrasında da unutulup gitmekten ibarettir tüm istedikleri.
Ben de delikanlılık çağlarıma kadar bu grup insanların içine dâhildim. Hayatta tek gailem işime gidip gelmek, münasip bir kısmet bulunca da evlenip çoluk çocuğa karışıp ihtiyarlamak ve mümkünse iki ayağımın üstünde ölüp gitmekti.
Amma hayat öyle garip bir şey ki. Çok şey isteyene hiçbir şey vermezken, benim gibi pek az şey bekleyenlere de hem hak ettiğinden hem de taşıyabileceğinden çok fazlasını veriyor.
Sen ne kadar hayattan kaçsan da, hayat seni kovalamaktan hiç vazgeçmiyor ve en sonunda bu sabrının karşılığını alıyor. Sen hiç farkında olmadan bambaşka bir amaç için yaptığın bir hareketin sonucu çığırından çıkıp; senin beklentilerinden uzak bir yöne doğru gitmeye başlıyor.
O zamanlar bir köy okulunda öğretmen olduğum yıllar. Okul köyün sonuna doğru, biraz da dışında olduğundan bütün öğrencileri toplayıp sabah okula, akşam da köye geri götürmek benim işim. Sahip çıkmazsan ya babaları tarlaya götürür, ya bunlar göle yüzmeye kaçarlar. Devir daha okumanın ne kadar güzel bir şey olduğunu bilen insanları az olduğu bir devir. O zamanlara göre hatrı sayılır, saygı gören bir mesleğe sahibim. Hatta kendime göre bir makam aracım bile var. Bir ayağı hafif aksayan, yaşlı bir eşek. Durun hemen gülmeyin. O zamanlar için gayet lüks bir vesait benim ki.
Okul köyün sonlarında demiştim ya hani. Tam da sonunda değildi. Keşke öyle olsaydı. Belki o zaman bu maskaralık başıma gelmez, sessiz sakin yaşantıma devam edebilirdim. Okuldan sonra tek bir ev daha vardı. Okul kapısından çıkınca köy meydanına soldan gidilirken, tam aksi istikamette kalan tek bir ev. İçinde dünya güzeli, gündüz güneş, gece ay gibi parlayan bir kızın oturduğu tek bir ev. Tam emin olmamakla beraber galiba onunda bende gönlü vardı. Her akşam okul çıkışı kapının önüne geldiğimde onu bahçeye çıkmış, babasına çaktırmamaya çalışarak okul kapısını gözlerken bulurdum onu. Ama gelgelelim çocuklar önümde köye doğru yollanınca; sevdiğime sırtımı döner, hayalimde kalan görüntüsüyle yetinmek zorunda kalırdım.
Hem kendim utandığımdan, hem de bir gören olur ona söz gelir diye düşündüğümden dönüp arkama bakamazdım. Ben bakamazdım ama acaba o bana bakmayı sürdürüyor mu diye düşünmekten de deli olurdum.
Günden güne içimde sevdam artmaya başladıkça merakım da artmaya başladı. Meraktan da ziyade onu daha çok seyredebilme arzusu içimi yakıp kavurmaya başladı. Bu işe bir çare bulmalıydı. Hem çocukları başıboş bırakmayıp köye birlikte götürecek, hem de kimseye belli etmeden yavukluma doya doya baktıracak bir çare. Ey aşk! Sen kimini vezir, kimini rezil edersin ya. Benim payıma rezillik düşürmüşün meğer. Ben ne yapsam, ne etsem diye düşünürken en sonunda o çareyi buldum.
Eşeğe ters bindim…
Evet yaptım. Eşeğime ters binip bir yandan usul usul köye dönerken, bir yandan da gözden kaybolana dek karagözlümü seyrettim. Ama ben gözlerimi kapamış, sevgilimin hayaliyle tatlı hülyalara dalmışken köy meydanına vardığımı fark edemedim. Ondan sonrası malum. “Hocam bu ne hal” diye soranlara gerçeği söyleyemedim. Ben de o günden sonra herkesin birbirine fıkra diye anlattığı yalanı uydurdum. Bunu gerçekte neden yaptığımı bilmeden bütün köy, sonrasında da kim duyduysa herkes güldü. Kimi katıla katıla, kimi eşek gibi anıra anıra. Değdi mi diye sorduğunuzu duyar gibiyim. Her saniyesine kat be kat değdi değmesine ama çok değil bir iki gün sonra benim bakmaya doyamadığım, doyacak kadar bakmaya kıyamadığım yârim komşu köyden Ahmet Ağa’nın oğluna avrat, tarlalarına ırgat oluverdi gitti.
O mutlu oldu mu bilmem ama benim nasıl tarumar olduğumu bir ben bilirim. Hani çok büyük konuşmak gibi olmasın ama sağ kolum omzumdan kopup gitse, çuvaldızla yerinde dikseler bu kadar canım yanmazdı.
Ondan sonra zaten hayat hayal ettiğim sakinlikten çok uzaktı. Artık her yeni gün yeni bir acıydı benim için. Hani kader ağlarını ördü derler ya; benim ki de o hesap eşeğe ters binmemin her yerde anlatılması yetmezmiş gibi efkâr dağıtmak, kendi derdimle kendi kendime kalmak için göl kenarında demlenirken köy korucusuna yakalandım. Bereket son anda fark edip toparlandım ve kap kacağı yıkamaya koyuldum. Ama mendebur herif yakamdan düşmüyor ki. Zaten geçen olaydan beri herkes bu sefer ne yapacak diye her hareketimi gözler oldu. Korucu da bakalım hoca ne cevher yumurtlayacak diye aranıp durur oldu başımda. “Ne yapıyorsun?” deyiverdi. Yahu zaten olmuş kafam bi dünya, derdim bana yetip artmakta “görmüyor musun, göle maya çalıyorum” diye tersleyim istedim. “Amma yaptın hoca, göl hiç maya tutar mı ?” deyince iyice tepem attı. “Ya tutarsa” deyim başımdan savdım. Savmaz olsaydım. İtin soyu anında köye yetiştirmiş. Köylü gülmekten helak olmuş. Köye döndüğümde kimle karşılaşsam gülmekten gözü yaşarmış “hocam sen çok yaşa e mi” deyip durur. Hay hoca kadar başınıza taş düşsün e mi?
İşte o gün bugün; birine laf sokmak için söylediğim her bir söz, gariplerin yanında olmak için yaptığım her bir hareket, zalimlere verdiğim her bir ders efsane olup çıktı. Yahu ben “hoca bir gün” diye başlayan fıkraları duymaktan bıktım, siz anlatmaktan bıkmadınız.
Gün geldi, devran döndü. Her acı gibi aşk acısı da unutuldu gitti. Bu sevdadan geriye bana tek hediye Nasrettin Hoca efsanesi kaldı. Varsın kalsın. Allah a çok şükür sonradan helal süt emmiş başka biri çıktı karşıma. Sağ olsun yoldaşlığını bir gün eksik etmedi.
O değil de aklıma ne geldi. İyi ki göl maya tutmadı. Allah muhafaza ya tutaydı? Koca göl mundar olurdu. Gölün mundar olmasını bırak, tüketemeyip bozulduğunda bütün köy kokudan telef olurdu. Allah korumuşta haberimiz yok.
Neyse bana müsaade. Sakın üstteki paragraftan da başka bir fıkra türetmeye kalkmayın. Ağır konuşurum ona göre. Gerçi ben ağır konuşsam da siz yine gülersiniz ya neyse.
Kalın sağlıcakla…




Yorum Gönder

0 Yorumlar