Düşerken

Vay canına!
Daha önce hiç bu kadar yüksekten kostümsüz atlamamıştım. Uçak alev almadan önce 22.000 feet'te falan olmalıydı. Neyse ki patlamadan hemen önce jet botlarımı giyecek vakit bulabildim. Havada ki helyum birazdan yakıt ünitelerini doldurur. Bu üniteler gerçekten yüzyılın icadı. Havanın içinde ki her gazı ayrıştırıp elbisemde farklı bir iş için kullanıyor. Uçmak için helyum, ateşli silahlar için azot ve her bir oyuncağım için başka bir şey. Yakıt hücreleri dolana kadar Laura'ya yetişebilirim sanırım. Onu en son gördüğümde kopan kapının önünde boşluğa uçmamak için çabalıyordu. Benim cesur karım. Ellerini bırakıp gökyüzüne süzülürken gözlerinde korkunun gölgesi bile yoktu. Ne çığlık, ne feryat. Ağzından çıkan tek kelime "hoşçakal" oldu.
Uçağın düşme açısına ve ikimizin atlama zamanı arasındaki farka bakarsak, şuralarda bir yerlerde... Aha! İşte gördüm. Ve evet. O da beni gördü. İşte ellerini uzattı. Bu iyi. Demek ki hala kendinde. Şimdi önce bir yönümüz değiştirelim ve baş aşağı düşmeye başlayalım. Çene göğse, kollar iki yana yapışık. Tıpkı bir mermi gibi. Dümdüz aşağıya. Hızımın artmaya başladığını hissediyorum. Eğer hesaplarım doğruysa -ki kaskımdaki savaş işletim sistemi olmadan hata yapmam gayet mümkün- üç dakikaya kalmadan karımın ellerinden tutarım. Geriye jet botlarımın devreye girmesini beklemek kalır. Bu sefer de yırttık. Ama artık bir yerde dur demek lazım. Kostümlü askerlik evli bir erkeğe göre değil. Savunma Bakanı'ndan daha az tehlikeli bir görev istemeliyim. Bu kostümü giyecek başka bir deli bulsunlar. Evet, tatilden döner dönmez görev değişikliği için dilekçemi yazacağım. Tatil? Tatil ya. Lanet olsun bu benim tatil uçuşumdu. Yunan Adalarında 15 gün geçirecek ve günde sadece yarım saat Ege Denizinde keşif uçuşu yapacaktım. O da sadece kaçak göçmenlerin geçiş güzergahını tespit için. Sadece bu. Bırak lazer senkronlu zırh deliciyi, meyve bıçağı bile olmayan bir kaç kaçağı sadece gözetlemek. Bu kadar basit ve tehlikesiz bir görev. Yanında ikramiye olarak eşimle birlikte bedava bir tatil.
Ama uçağa saldıranlar her kimse bütün planlarımı alt üst ettiler. Sanırım kostümümün peşindeydiler. Kullandığım kostüm hala bir sır olarak devletim tarafından korunuyor. Sanırım seri üretime geçip, yasa dışı yollarla bile olsa satılmaya başlamadan daha birçok terörist örgütün hedefi olmaya devam edeceğim. Sır demişken yere iner inmez uçağın düştüğü yere bir ekip göndermelerini isteyeyim. Böyle bir düşüş kostüme zarar vermez ama onu bizden önce başkası bulursa başımız epey ağrır.
Acaba bu iş nasıl oldu. Bu önemli olmasa bile gizli bir operasyondu ve uçak bize özeldi. Gizlice uçağa girdiklerine göre demek ki ekipte bizden olmayan birileri var. Böyle bir şeyden şüphelendiğimi binbaşıya aylar öncesinden söylemiştim. Ardından da bu ekibin seçilmiş bir birlik olduğunu, her adamı kendi elleri ile seçtiğini, hepsine gözü kapalı canını emanet edebileceğini anlattığı 38 dakikalık bir mini konferans dinlemiştim. O zaman bir şey diyememiştim ama sanırım şu an cevap hakkım doğdu.
Nasıl olduğunu hiç anlamadım bile. Yanımda karım koltuğuma gömülmüş, özel bir yolcu uçağında uçmanın tadını çıkarıyordum. İçinde kostümümün olduğu iki küçük bavul başımın üstündeki bölmede duruyordu. İki bavul demişken; kostümünü gömleğinin altına giyip, ihtiyaç anında girdiği ilk çıkmaz sokakta üstünü değişen süper kahramanlara nasıl özeniyorum anlatamam. Benimse hazırlanmam en az yarım saat sürüyor. Yani anlayacağınız kavga, kapkaç vs. gibi anlık toplumsal olaylara hemen üstümü değişip müdahale etmem mümkün değil. Hatta bir keresinde tembellik edip operasyona geç kalınca kalkıştığım hazırlanma rekorumu kırma girişimim yüzünden silah destek ünitesinin soketini takmayı unutmuştum da herkesin maskarası olmuştum. Ha unutmadan şehir içinde kimsenin olmadığı tenha bir sokak bulmak da ayrı bir süper güç olsa gerek. Ben en son dalgınlıkla ters giydiğim t-shirti düzeltebileceğim tenha bir sokak bulmak için dakikalarca aranmıştım.
Ne diyordum? Sakin bir şekilde yolculuğum devam ederken başımın arkasına aldığım müthiş bir darbe ile kendimi yerde buldum. Kendimden geçerken gördüğüm son şey elindeki demir çubuğu kafama ikinci kez indirmek isteyen adamın boğazına şık bir tekme ile ayakkabısının topuğunu geçiren karımdı. Sanırım ben bayılırken o işe önce karımdan başlamadığına pişman olmuştu.
Ne kadar baygın kaldım biliyorum. Kendime geldiğimde uçakta bomba patlamış gibiydi. Koltuklar yanmaya başlamış, içinde kostümümün olduğu bavullar düşmüş ve jet botlarım bavuldan dışarı çıkmıştı. Yolcu kapısı ise bağlantı noktalarından ayrılmak üzereydi. Adamlar kostümün peşindeydi. Bunun için beni saf dışı bırakmışlar ama karımın bizim ekibin dövüş sanatları eğitmeni olduğunu hesap etmemişlerdi. Ne demişler? "Ne kadar az bilirsen o kadar çabuk ölürsün."
Uçağa nasıl bindiler bilmiyorum ama uçuş personelinden olmadıkları kesindi. Uçağın hareketine bakarak kesin olan bir şey daha varsa; şu an uçakta nefes alan bir personel yoktu. Refleks olarak jet botlarımı hemen ayağıma geçirdim. Botlarımın kostümün diğer bölümlerinden bağımsız bir güç ünitesi ile çalışması ayrı bir şanstı tabi. Başıma vuran adamdan başka yerde aynı takımdan olduklarını düşündüğüm iki kişi daha yatıyordu. Ayakta kalan son kişiyi karım epey bir hırpalamıştı. İşi tamamlama zevkini bana bırakmak için kenara çekildiğinde, karımın kırık burnundan sızan kanı görünce birden üzerimde kostümümün olmadığını unutup, avucumun içindeki kinetik enerjiyi artıran hayali basınç düğmesine basarak sağlam bir yumruk savurdum. Elbisemin ve tabi ki basınç düğmesinin olmadığını yumruğumu geri çekip sızlayan elimde adamın dişlerini gördüğümde farkettim. İtiraf etmeliyim ki manüel kavga etmenin tadı başka. Tam adamın yüzünde sağlam kalan diğer yerler için ikinci yumruğu indirmek üzereydim ki yolcu kapısı birden yerinden çıktı ve uçağın içinde ki her şey dışarı uçmaya başladı. Sevgili karım da biraz direndikten sonra kendini boşluğa bıraktı. Yakaladığım adamı sorgulama şansım kalmamıştı. -zaten bunu istediğim de pek söylenemezdi. Bu yüzden karımın peşinden gitmeden önce kurtulma şansını sıfıra indirmek için gerekeni yaptım. Lanet olası herif en küçük bir avı belirtisi bile göstermedi. Tek söylediği "sen ve karın uçağın kapısı koptuğu an öldünüz" oldu. Bunu onunla tartışmayı çok isterdim aslında. Ama fazla vaktim yoktu. Kendimi boşluğa bıraktım. Sonrası zaten bildiğiniz gibi.
En sonunda yetişip tuttum ellerinden. Botlarım çalışsın diye topuklarımı birbirine vurdum. Yerden yüzlerce metre yükseklikte karımın gözlerinin içine baktım. İşte o an karımın gözlerinde bugüne kadar hiç görmediğim, gördüysem bile farketmediğim korkuyu gördüm. Benim dünyalar güzeli, cesareti ile her zaman övündüğüm biricik eşim korkuyordu. Sanırım benim yüzümdendi. Yere çok yaklaşmıştık ve yetişemeyeceğimi sanmıştı. Topuklarımı tekrar birbirine vurup, sevecen bir ifade takınmaya çalışarak -bu kadar yüksekten düşerken bunu yapmak çok zordu. Yüzüne baktım. Korkuyla karışık alaycı bir tebessümle "aptal" dedi "ne yaptın?" "Geldim" dedim. "Artık korkacak bir şey yok." Burnu hala biraz kanıyordu. İlk önce başını aşağıya eğip, giderek yaklaşan yeryüzüne baktı ve "jet botların" diye mırıldandı. Sonra tekrar başını kaldırdı, yaş dolmuş gözleri ile bana bakarak "çalışmayacak" dedi. İlk anda ne demek istediğini anlamadım. "Merak etme, şimdi çalışır" diyerek topuklarımı bir daha birbirine vurdum. Sonra bir kere daha, sonra bir kere daha ve bir kere daha. Sonra birden gözüm botlarımdaki yakıt ünitelerinin olması gereken yerlere takıldı. Lanet olsun! Uçaktaki adamın siz öldünüz derken kastettiği buydu. Ben onu öldürmeden önce içlerinden biri çoktan botlarımın yakıt ünitelerini almıştı ve ben buna dikkat etmeden botlarımı ayağıma geçirmiş bulunmuştum. Aptal kafam. Ben hep elbisemin tamamının peşindeler sanmıştım. Oysa ellerinde bu piller varken elbisenin kalanını düdüklü tencereden bile yapabilecekleri hiç aklıma bile gelmemişti. Ne demiştim? "Ne kadar az bilirsen o kadar çabuk ölürsün."
Hayatını kurtaramayacak olmanın vicdan azabıyla, yere çarpmadan önce doya doya seyretmek için karıma baktım. Göz göze geldiğimizde neler olup bittiğini birbirimize anlatmak için kelimelere gerek yoktu. Bakışlarımız gereken her şeyi zaten söylüyordu. Üzüntü ve pişmanlıktan kısılmış sesimle "özür dilerim, farkedemedim" diyebildim ancak. "Olsun. Hiç olmazsa hala el eleyiz" dedi ve ardından kaybettiği oyuncağını bulan bir  çocuğun sevinci ve içtenliğiyle gülümsedi. İşte o an birden içim sıcacık oldu ve ölüm benim için bir son olmaktan çıktı. Avazım çıktığı kadar haykırmaya çalıştım. "aşkım seni çok se... 


SON... YA DA KAHRAMANLARIN DEDİĞİ GİBİ SON DEĞİL...

Yorum Gönder

0 Yorumlar