30 Nisan 2013
/ Saat: 05.00
PASLI
MENTEŞELER güçlükle yerinden kıpırdadı. Ağır demir kapı, ağlamayı andıran bir
gıcırtı ile yavaşça aralandı. Soluk soluğa kalmış olan Tufan, kapının
aralığından içeri süzülen mavimsi karanlıkla beraber içeri girdi. Olabildiğince
sessiz olmaya çalışarak kapıyı kapadı. İçerisine şöyle bir göz attıktan sonra
birbirine dolaşan ayaklarına aldırmadan, yuvarlanırcasına, alt kata inen
merdivenlere yöneldi. Daha bir-iki basamak inmemişti ki, takılıp düştü. Ayağa
kalkmak isterken, farkında olmadan, yerinden sökülmüş merdiven korkuluğunun,
dışarıda kalmış vida uçlarını avuçladı. Bu geceki şansına, bahtına, bağıra
çağıra küfretmek istedi ama yapamadı. Çığlıktan ziyade, tıslamayı andıran
bir fısıltıyla "Ah!" diye inleyebildi sadece. Tişörtünü çıkarıp eline
sardıktan sonra göğsüne bastırıp acısının geçmesini bekledi.
Ufak bir
tıkırtı duyunca can havliyle kapıya baktı. Kapının hâlen kapalı olduğunu
görünce derin bir oh çekti. En son ne zaman bu kadar korktuğunu hatırlamaya
çalıştı ama başaramadı. Sabıka kaydı iki sayfaya yakın biri olarak ilk kez
kaçmıyor, ilk kez saklanmıyordu ama bu gece bir terslik vardı. Peşinden gelen
her kimse, ne polise, ne kızgın bir ev sahibine ne de kendisi gibi serseri
takımından birine benziyordu. Korkuyordu; çünkü bu gece ölüme hiç olmadığı
kadar yakındı.
Ferdi ile
birlikte girdikleri son evden çıkmışlar, hem yürüyorlar hem de kaldırdıkları
hasılatı paylaşıyorlardı. Keyifleri yerindeydi. Büyük ihtimalle bir apartmanın
önündeki ya da başka bir yerdeki güvenlik kamerasına yakalanmışlardı.
Görüntüler net olmasa bile artık onları ezberleyen polisler tarafından
tanınacaklar, en fazla birkaç gün içinde bu geceki hırsızlıkları yüzünden
tutuklanacaklardı ama ne gam. Bu gecelik her şey yolundaydı. Ferdi cebinden çıkardığı
iki fişek bonzaiyi sallayarak sırıttı.
"Şaraplar
senden."
Manyas
Karakolunun önünde nöbet tutan polisi huylandırmamak için seslerini azaltıp,
iki sokak aşağıya, oradan da pazaryerine doğru yöneldiler. O saatte hâlâ açık
olan büfeye tam yaklaşmışlardı ki birinin onları takip ettiğini fark ettiler.
Dertleri yakalanmak,
gözaltına alınmak ya da tutuklanmak değildi. Aynı sahneyi sayısız kere
yaşamışlardı. Karakolda geçen gecelerinin bir eksik ya da bir fazla olmasının
onlar için herhangi bir anlamı yoktu. Tek korkuları, ceplerindeki parayı
harcayamadan yakalanmaktı. Bu nedenle bir alt sokağa girip sağa döndüler;
olmadı. Meçhul gölgenin ayak sesleri peşlerinden gelmeye devam etti.
Kaleiçi'nin dama tahtasını andıran sokaklarında, tekrar tekrar adamı atlatmayı
denediler ama beceremediler. Hangi köşeyi dönerlerse dönsünler, hangi sokağa
saparlarsa sapsınlar, daha soluklanmaya fırsat bulamadan açığa çıkıyorlardı.
Artık buna bir
son vermenin zamanı geldiğinin ikisi de farkındaydı. En son dönemeçten sonra
kaçmayıp, bir duvarın köşesine, karanlığın içine saklandılar. Daha iki saniye
geçmeden ayak sesleri duyulmaya başlayınca Ferdi, gölgenin sahibinin kim
olduğuna bile bakmadan "Yeter ulan!" diyerek yola atladı. Öteki hiç
ürkmüş görünmese de durdu; kapkara derisi ve sararmış dişlerinin aksine, elinde
çeliği pırıl pırıl, kocaman bir bıçak tutan hırsıza küçümser gibi baktı ama tek
kelime etmedi. Hırsız da konuşmadı. Elindeki bıçağı, hayalini kurduğu şarap
sofrası ile arasındaki engeli kaldırmak için ardı ardına saplamaya başladı.
Birkaç adım geride bekleyen Tufan, delinen etin, yırtılan kumaşın sesini
rahatlıkla duyacak kadar yakındaydı ama suç ortağına ne yardım etmek geçiyordu
içinden ne de engel olmak. Başkasının kanını dondurabilecek bu manzara, onda,
akşam yemeğinde soğan doğrayan bir kadını seyretmekten daha fazla bir etki uyandırmıyordu.
Öylesine bir andı işte. Bir gören olmasın, yakalanmasınlar diye ilerideki
karanlıkta etrafı gözetlemekle yetindi.
Fakat sayısız
bıçak darbesi ile dolu bir dakikanın ardından Ferdi, elindeki ağzı yamulmuş
bıçağa hayretle bakıyorken, şimşek gibi hızlı, kerpeten gibi güçlü bir pençe
boğazına yapışıvermişti. Roller ansızın değişmiş ve saldırı sırası, kim
olduklarını bilmedikleri bu meçhul takipçiye geçmişti. Feryatlarına aldırmadan,
tek eli ile gırtlağından yakaladığı rakibini havaya kaldırdı. Ferdi, görünmez
bir koşu bandında deli gibi koşuyordu ama yere değmeyen ayakları, onu
katilinden bir adım bile öteye taşımıyordu. Kaçma telaşı çok sürmedi; soluk
borusu kırılınca, önce çığlıkları ıslık sesine döndü, birkaç saniye sonra da
sabıkalı ruhu, ucuz kömür kokan baca dumanlarına karışarak göğe yükseldi.
Yolun başında
nöbet bekleyen Tufan gördüğü manzara karşısında donup kalmıştı. Daha önce
defalarca cinayet görmüştü. Ama bunu bu kadar kolay ve bu kadar abartılı bir
kuvvet gösterisi ile yapan birini ilk defa görüyordu. Yıllarca içtiği
şaraplardan ve uyuşturuculardan bulanan beyni ile çok zeki birisi sayılmazdı.
Ancak sahip olduğu az sayıdaki zekâ kırıntılarının hepsi bu adamdan kaçması
gerektiğini söylüyordu. Mantığının sesini nadiren dinlerdi. Bu da o ender
anlardan biriydi. Kaçmaya başladı.
O saatte
girebileceği bir ev ya da saklanabileceği bir kapı aradı. Ancak korkunun
tetiklediği uyuşturucu krizinden titreyen elleri yüzünden hiçbir kilidi açmayı
beceremiyordu. Çaresizce sokaklarda izini kaybettirmeyi denedi. İki saat
boyunca koştu durdu ama tek başarısı adamla arasındaki mesafeyi koruyabilmekti.
En sonunda kendine bir fırsat yaratıp kimse görmeden bu eski fabrikaya girmeyi
becerebilmişti.
Fabrikanın
içinde de kendini tam olarak güvende hissetmeyince, hurdalar arasında
saklanabileceği başka bir yer daha aradı. Bu harabe fabrikada, polisler
keşfetmeden önce defalarca saklanmışlardı. İndiği bu zemin kat kocaman, tek bir
galeriden ibaret olsa da arkasına veya altına saklanabileceği bir sürü ıvır zıvırla
doluydu. Zamanında un fabrikası olarak çalışan bu yer, şehrin büyümesi ile
apartmanların ortasında kalınca, ne kadar dirense de gelen şikâyetlere
dayanamamış kapılarını kapatmıştı. Ama sahibi, çevre sakinlerinden intikamını,
fabrika arsasının hiçbir müteahhide satmayarak almıştı. Eskiden fabrikanın
gürültüsünden, tozundan, pisliğinden şikâyet eden insanlar, artık boş binayı
mesken tutan tinercilerden, esrarkeşlerden şikâyet ediyorlardı. Karılarımıza,
kızlarımıza bakıyorlar diye feryat ettikleri kamyon şoförlerine bile razıydılar
ama iş işten geçmişti. Tüm bunlar, kapıya kilidi vurduğundan beri patronun
değil, polisin problemiydi.
Tufan, titreyen
ellerine hâkim olmaya çalışırken bir yandan da nefesini düzene koymaya
uğraşıyordu. Şu an bir dal, hatta bir tek nefes sigara için deliriyordu ama
yapamazdı. Beyni henüz zifiri karanlık bu fabrikada bunu yapacak kadar
çürümemişti. El yordamıyla güvenli olduğunu düşündüğü, zamanında kim bilir ne
için kullanılan, dökme beton bir tezgâhın altına girdi. Etrafını dinleyip
içeride kendinden başka bir varlığın sesinin olup olmadığını kontrol etti.
Olmadığına kanaat getirince derin bir nefes verdi ve birkaç saat olsun uyumak
umuduyla gözlerini kapadı. Gece kaçamadığı adamdan gündüz gözüyle nasıl
kaçacağını düşünmeyi şimdilik erteledi. Zaten deli gibi dönen başı, düşünmek
için fazla yorgundu.
Ancak Tufan’ın
bu yarım huzuru çok fazla sürmedi. İzbeliğin kapısı, kulakları acıtan bir sesle
açıldı. Zavallı Ferdi'nin katili tüm haşmetiyle kapıda belirdi. Tufan,
saklandığı yerden, kapının ağzında dikilen karanlık silüeti gizlice incelemeye
başladı. Kaçarken dikkat etmeye fırsat bulamamıştı. Karanlıkta gölgesi nerede
bitiyor, kendisi nerede başlıyor belli olmasa da, boyunun kendinden uzun olduğu
belliydi. Kapalı yaka ince bir kazağın üzerine, dar bir ceket giymişti. Kalın
bacak kasları, buz mavisi kot pantolonunu patlatacak gibi germişti. Önden
dökülmeye başlamış saçları, alnını olduğundan daha geniş gösteriyordu. Elinde
ya da üzerinde herhangi bir silah var gibi görünmüyordu. Ama az önce işlediği
cinayeti düşününce bir silaha ihtiyacı olmadığı açıktı.
“Aman be, sanki
silahı olsa ne, olmasa ne!” diye geçirdi içinden Tufan.
Gölge,
içeri girdikten sonra birkaç saniyeliğine durdu, havaya kalkan tozların
yatışmasını bekledi. Gözlerini kapatıp, sakin bir şekilde, birkaç derin nefes
aldı; içeriyi kokladı. Ardından önce tavandan aşağıya, sonra sağdan sola tüm
mekânı, tarama yapan, canlı bir detektör gibi inceledi. Bunu yaparken
bakışları, Tufan'ın kendine siper edindiği tezgâhın önüne geldiğinde, birkaç
saniyeliğine o noktaya kilitlenir gibi oldu. Tufan, fark edilmiş olma
ihtimalinin korkusuyla dişlerinin birbirine vurduğunu hissetti.
Adam gözle
aramadan bir sonuç elde edemeyince, arka cebinden telefon benzeri bir alet
çıkardı. Birkaç tuşa bastıktan sonra, düzenli aralıklarla biplemeye başlayan
alet ile üst katı dolaşmaya başladı. Merdivenlere yaklaşınca, aletin verdiği
ikaz sesi daha tiz bir hâl aldı. Sonunda, Tufan'ın yaralandığı basamaklara
geldiğinde, kesintisiz ve daha yüksek bir ses bütün fabrikayı çınlatmaya
başladı. Yere eğilen adam, toz toprağı avuçlayarak kokladı. Önce yerinden
çıkmış korkuluk demirine sonra da alt galeriye baktı. Ağır, sessiz ve sakin
adımlarla aşağı inmeye devam etti. Bu geceki avının bitmek üzere olduğunu
hissediyordu. Bu sırada elindeki cihazın sesi yine ilk çalıştığı andaki hâline
dönmüştü. Aletin üzerindeki başka bir düğmeye bastı ve aramaya devam etti.
Tufan,
kaçmasının mümkün olmadığını kesin olarak fark etmişti. Ölecekti. Ölecekti ve
bunu önlemek için yapabileceği hiçbir şey yoktu. Adamın kendisine doğru
yaklaşmasıyla birlikte aletin ikaz sesi sıklaşmaya başladı. Her bip sesi,
beynini bir mermi gibi delip geçiyordu. Elleri ile kulaklarını kapatmaya
çalışıp tezgâhın en dip kısmına doğru, korkuyla büzüştü. Fakat çıplak sırtına
değen, soğuk ve bir o kadar tanıdık hatları olan metal bir nesne, tüm
cesaretini geri getirdi. Nasıl bir şey olduğuna bakmaya bile gerek görmeden
kaptığı metal ile yerinden fırlayıp "Şimdi siktim ananı!" diye
bağırarak, kendini kovalayan adamın karşısına dikildi. Muhtemelen kendisi gibi
bir hırsızın ya da kim bilir hangi daha baş belası birinin zulaladığı
tabancayı, birkaç adım ilerisindeki adama doğrulttu ve tetiği ardı ardına iki
kez çekti. Tetiği çekmeden hemen önceki saniyede tabancanın dolu olup
olmadığını kontrol etmediği aklına gelince ensesinden aşağıya ılık bir şeylerin
akıp gittiğini hissetti. Neyse ki korktuğu gibi olmadı ve iki gerçek mermi
namludan çıkarak adamın kafasına doğru yol aldı. Tufan, çok iddialı bir nişancı
değildi. Öte yandan bu mesafeden birini vurmak için değil iddialı olmak nişancı
olmaya bile gerek yoktu. İnsanın beyninin, kol ve parmak kaslarına tabancayı
havaya kaldırıp, tetiği çektirebilecek kadar hükmedebilmesi yeterliydi. Fakat
kurşunların adamın kafasına isabet ettiğine dair hiçbir belirti göremedi.
Sadece kafası iki kere arkaya öne gidip gelmişti hepsi bu. Tufan elindeki
tabancaya bakarak neyi yanlış yaptığını düşünürken adam dibinde bitiverdi. İki
eli ile Tufan'ın elini tutarak tabancayı kendi alnına dayadı. Buz mavisi
gözlerini Tufan'a dikerek gülümseyince tüm yakışıklılığını berbat eden çarpık
dişleri ortaya çıktı. İnsanın kanını donduran bir özgüven ile fısıldadı:
"Tekrar
denemek ister misin?"
Artık korkudan
tamamen kafayı yemiş olan Tufan, zorlukla açabildiği dişlerinin arasından
güçlükle "Nesin ulan sen?" diye sorarken pantolonundan aşağıya ılık
bir şeylerin süzüldüğünü hissetti. Yerdeki tozun içine karışan sidiğe bakan
adam pis pis sırıttı.
"İyi
tarafından bak. Kimse bunu bilmeyecek."
Bu sırada tuhaf
bir şey oldu. Elindeki silah, rakibinin alnında, titreyerek ölümü bekleyen
Tufan'ın gözleri, kırık dökük camlardan içeri sızan, sabahın ilk ışıkları ile
kamaştı. Tüm yüzünü kaplayan, ter, gözyaşı, salya, sümük ve tükürüğün
arasından gözlerini kısarak, karşısındakine baktı. Adamın yüzünde, bir saniye
önce asılı duran özgüven uçup gitmişti. Telaşla elindeki aletin ekranından
saati kontrol etti. Saatin 05:33 olduğunu görünce küfrü bastı. "Hassiktir!
Geç kaldık." dedikten sonra, Tufan'ı öldürmek için avının üzerine atlayan
vahşi bir hayvan edası ile son hamlesini yaparken, Tufan, farkında olmadan
tetiğe bastı. Bir yandan da ölümün düşündüğü kadar can yakan bir şey olmamasını
umut ediyordu.
Ancak ölüm
gelmedi. Tufan sıkıca yumduğu gözlerini açarak etrafa baktı. Bu sefer olması
gereken olmuştu. Az önce kendinden emin gözlerin parıldadığı kafanın yerinde,
kıpkırmızı, kanlı bir et yığını olan cansız bir beden, yerde yatıyordu.
Gördüğü manzara ile iyice midesi
bulanan Tufan, kusmamak için kendini zorlayarak kaçmaya başladı. Geriye kalan
aklı, polisler gelmeden buradan uzaklaşmasını söylüyordu. Kaçarken iki dakika
öncesine göre neyin değiştiğini bilmiyordu. Zaten bunun pek bir önemi yoktu.
Önemli olan hayatta kalabilmesiydi. Tabii bugünden sonra hayatının geri
kalanına "hayat" denilebilirse…
0 Yorumlar
Yorumlarınız bizim için önemli...